kimiz ki biz?

Bizler, aslında sizlerden biriyiz. Hepimiz kendi hayat hikayemizin kahramanlarıyız. Başrolde kalabilmek için elimizden geleni yapıyoruz ve yapmaya da devam edeceğiz. Hepimiz birer abanoz ağacıyız. Kökleri toprağa sımsıkı sarılmış, masmavi gökyüzüne dallarını uzatmış birer hayat ağacıyız. Bu hayat ağacı ormanında sizlerinde daima gökyüzüne uzanan şanslı ağaçlar olmanızı dileriz.

söz uçar, yazı kalır

Yeryüzündeki her ağacın bir hikayesi vardır. Bu blogda yer alan her abanozunda öyle.. Abanozlar kendi hayat hikayelerini yazarlar. Kök saldığımızı sandığımız bu güzel ormandan ayrılmadan önce, ruhumuzu verdiğimiz her bir abanoz ağacının anlatacak çok hikayesi olacak. Bizi takip etmeye devam edin.

Bilkent TSK Rehabilitasyon ve Bakım Merkezi


1984-1995 yılları arası gunumuzde olduğu gibi PKK ve terorle mücadele yine gündemimizde, ve yine gazeteler şehit haberleri ile doluydu.

Genel Kurmay Başlanlığının ilgili yıllar arasını kapsayan ve 1995 yılında yayınlanan “Politik ve Askeri Durum Değerlendirmesi” raporunun son bölümü olan “İç Güvenlik Harekatı ve Terorle Mücadele” başlığı altında bunlardan geniş olarak bahsedilmekte ve ilgili bölümün hemen girişinde verilen bilgiler aşağıdaki gibiydi.

Belgede, terör örgütünün “Dört aşamalı hedef stratejisi”, özetle şöyle ifade ediliyordu:


-Bölücü terör örgütü, ilk aşamada, kültürel ve sosyal bazı hakların temin edilmesini,
-İkinci aşamada özerk veya federasyon tipi bir yönetim sisteminin oluşturulmasını,
-Üçüncü aşamada, ülkemiz topraklarında sözde Kuzey Kürdistan devletinin kurulmasını,
-Son aşamada ise bağımsız ve birleşik, sözde Büyük Kürdistan devletinin oluşturulmasını hedeflemiştir.

2012 yılına geldiğimizde örgütün bu hedeflerinne kadarına ulaşmayı başardığının ve ordumuzun o günden bu güne gelene değin yaşadığı olayların değerlendirilmesini siz değerli okurlara bırakıyorum.

Çelik Harekâtı 1995 yılında, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yukarıda bahsedilen nedenlerden dolayı o güne değin PKK'ya yapılmış  en buyuk  askeri harekatın adıdır.

Bu harekat 1994-1995 yılları arasında Kuzey Irak'ta yapılmıştır. Türk askerlerinin komutanlğını General Osman Pamukoğlu yürütmüştür. Türkiye harekatın amacının bölgeyi 2.800 PKK'lı Teröristi temizlemek olduğunu açıklamıştır. Harekata Türkiye tarafından 35.000 asker ve 10.000 köy korucusu katılırken, PKK'nın kaç teröristle katıldığı bilinmemektedir. Türkiye 64 askerini kaybederken, PKK'lı teröristlerin kayıp sayısı 555 olarak açıklanmıştır. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller idi.

İç güvenlik harekatının yoğun olarak sürdüğü 1995 yılının Mart ayında, Ankara Gazeteciler Cemiyeti ve TRT’nin işbirliği ile ‘’ Haydi Türkiye Mehmetçik’le Elele ‘’ kampanyası düzenlenmiştir. Gerek yurt içi, gerekse yurt dışından halkımızın olağanüstü ilgi gösterdiği ve gönülden katıldığı kampanyada 2.7 trilyon TL toplanmıştır. Toplanan bu bağışlarla, ülke savunması ve milletimizin bölünmez bütünlüğü için canlarını hiç çekinmeden tehlikeye atan ve bu uğurda kolunu, bacağını, uzvunu kaybeden kahraman gazilerimiz için hizmet verecek, çağdaş bir rehabilitasyon ve bakım merkezi kurulması kararlaştırıldı. Bu merkezi gerçekleştirmek üzere kurulan TSK Elele Vakfı, TSK rehabilitasyon ve bakım merkezi projesini süratle uygulamaya koydu. Kaynağın nemalandırılması sonucunda, 105 milyon ABD doları harcanarak 35 ay gibi kısa bir sürede tamamlanan tesis, 21 Nisan 2000 tarihinde hizmete açıldı

 

Buraya kadar kuruluş nedeni ve tarihçesi hakkında kısaca bilgi vermeye çalıştığım merkezi bir Emek Bahçeli Eski Dostlar grubundan on bir arkadaşımla Kasım 2012’de ziyaret etme şansı buldum. Öncelikle bize söylendiği gibi grubumuz adına Genel Kurmay Başlanlığı’na bir faks çekerek izin istedik, yaklaşık on gün sonra gelen cevapta ziyaret edebileceğimiz merkezin adresi ve iletişim kuracağımız onbaşının adı ve telefonu yine bir faks ile bize bildirilmişti.

 

Onbaşı ile iletişime geçerek ziyareti gerçekleştirmemiz için gerekli koşullar hakkında bilgi edindik. Çok kalabalık olmamız oneriliyordu , on kişi olduğumuz takdirde yatan hastaları da ziyaret edebileceğimiz, çiçek getirmememiz, ancak pasta, tatlı, börek vb yiyecekleri getirebileceğimizi öğrendik.

15 Kasım 2012, saat 13.45 de hepimiz Bilkent’de Atatürk Hastanesi’ni geçince hemen sağda yer alan TSK Rehabilitasyon ve Bakım Merkezi’nin önünde elimizde paketlerimizle hazırdık. On bir kişi olmamıza rağmen bin üçyüz kişilik bir grubu temsil ettiğimiz için öncelikle merkezin önünde bir resim çektirmek istedik. Sırtımızı giriş nizamiyesine vererek verdiğimiz pozun ardından bir askeri gorevli gelerek güvenlik sensörlerinin fotoğraf makinasını algıladığını ve fotoğraf çekmenin yasak olduğunu, ilgili resmi silmemizi de isteyerek kibarca hatırlattı. Ne yapalım yasak, yasaktı itiraz etmedik.

Bizi kapıda karşılayan onbaşı Genel Kurmay Başkanlığının faksında bize bildirilen onbaşıydı. Bir süre bekledikten sonra onu izlememiz söyledi. Aslında hiç birimiz birbirimize itiraf etmemiş olsak bile az sonra neyle karşılaşacağımızı bilmediğimiz ve gazilerimizle yüzyüze geldiğimizde ne diyeceğimizden emin olamadığımız için oldukça gergindik.

Kendi aramızda sohbet ederek onbaşı ve bize merkezi gezdirecek gorevlinin peşine takıldık. Bizi geniş ve konforlu bir konferans salonuna aldılar. Burada bizim çekmemiz yasak olmasına rağmen merkezin fotoğrafçısı gelerek bir grup fotoğrafımızı çekti. Ön iki sıradaki koltuklara yerleşerek beklemeye başladık. Bir tanıtım konuşması dinleyeceğimizi düşünürken salon karardı ve ekrana Merkezin tanıtımını yapan ve ortalama on dakika sürecek olan görüntüler yansımaya başladı. Gezimiz sırasında görmediğimiz pek çok alanı bu filmde amaçları ile görmüş olduk. Burası gerçekten son derece modern, büyük, üretken ve donanımlı bir tesisti. Merkezde tedavi gören hastalar tıbbın geldiği son noktayı yansıtan modern ortam, yontem ve cihazlarla tedavilerini goruyorlardı. Sadece gazilerimiz değil, gazi, şehit yakınları ve belirli bir kontenjan dahilinde sivillerde bu merkezde tedavi olma imkanına sahiptiler. Fiziksel ve Ruhsal rehabilitasyon için gerekli her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüştü.

Sunumun arkasından yine onbaşı ve görevlimizin peşine takılarak başka bir binaya giriş yaptık, aslında sadece bir sosyal grup olarak boylesine resmi ve hazırlıklı bir karşılamayı hiç birimiz beklemiyorduk. Artık odalarında gazilerimizi ziyarete gelmişti sıra. Biz asansörle ilgili kata geldiğimizde gelirken yanımızda getirdiğimiz yiyecekler çoktan hazırlanarak odalara servis edilmişti bile. Girdiğimiz her odada getirdiğimiz yiyecekleri düzenle hazırlanmış ve tabaklara konulmuş olarak gördük.

İlk odaya girmeden önce derin bir nefes almam gerekti, bizi gezdirmekle gorevli kişi bize pek çok hastanın ilgili saatte tedavi veya kendisine verilen programı uygulamak üzere başka yerlerde olduklarını söyledi. Odalar oldukça geniş havadar ve son derece modern dizayn edilmişti. Bir odada dört Gazi kalabiliyordu.  Her odanın girişinde küçük bir koridor ve bu koridorlarda odada kalanların kullanabilecekleri ortak bir tuvalet ve banyo yer alıyordu.

En büyüğü yirmi yedi yaşında pırıl pırıl gençlerle tanıştık, her biri yüksek moralli ve iyi durumdalardı. Bir çoğu Şırnaki Yüksekova vb yerlerde yaralanmışlar, bir kısmı da bu görevler sırasında uzuvlarını kaybetmişlerdi.

İlk odadan itibaren adım attığımız her oda da gidiş amacımızı onlara minnetimizi göstermek iken, bir kuru teşekkürün ne kadar anlamsız olduğunu düşündüm durdum. Biz söyleyecek kelime bulamayan on bir kişi odalara girdiğimizde onlar ayağa kalktılar, bizi saygı ve guler yüzle karşıladılar, sessizliği bozmak için bir şeyler soylemeye çalıştılar. Ancak ikinci odadan sonra biraz konuşma cesareti bulabildik kendimize ve onlara yaşlarını, nereli olduklarını, nerede görev yaptıklarını sorduk ve neden orada olduğumuzu kısaca anlatmaya çalıştık. Bu kısacık sohbetlerde bile kimimiz dolan gözlerini saklamaya, kimimiz derin derin nefesler alarak rahatlamaya çalışıyordu. Ama onlar vatan icin feda ettikleri gencecik bedenlrinden fışkıran yaşama bağlılık dolu bir enerji ile gülümsüyorlardı bize.

Bu çocukların vatani görevlerini yaparken yaşadıkları bu olaylar neticesinde başta uzuvlarını kaybedenler olmak üzere, o koridorlarda dolaşmanın ne faydası vardı diye sorup durdum kendime. Bundan sonraki hayatlarında bizim o gün orada olmamızın bir katkısı olacak mıydı? O koridorlarda dolaşırken karar verdim bu yazıyı yazmaya, en azından çok fazla bilinmediğini düşündüğüm böylesine başarılı ve anlamlı bir merkezin tanııtımına bir parça olsun katkım olurdu belki.

 

Gazileri odalarında ziyaret ettikten sonra rehabilitasyonun bir aşaması olan meslek edindirme atölyelerini gezmeye gittik. Burada elsanatları, bilgisayar vb mesleklerin eğitimleri bulunan bir çok atölye vardı. Ziyaret ettiğimiz saatlerde atölyelerin eğitim saatleri olmadığı için herhangi bir eğitim anına şahit olamadık. Ama geniş bir alana yayılmış ve oldukça ferah düzenlenmiş bu alanlarda eğitim alan gazilerimizin sonunda meslek sertifikaları alarak dilerlerse ayrıldıktan sonra bu meslekleri icra edebileceklerini öğrendik. Burada tedavi gören gazilere ayrıca hayatlarının geri kalan kısmında gazi maaşı ile birlikte devam edebilecekleri işler yine Elele Vakfı tarafından bulunuyordu. Yine bu atölyelerde üretilmiş ürünler atölyelerin satış alanında müşterilerini bekliyordu. Hepimiz gücümüz yettiğince ufak tefek bir şeyler alarak bu emeğe katkı sağlamaya çalıştık.

Yine atölyelerin bulunduğu katta özürlü olarak hayatını devam ettirmek zorunda kalan gazilerimize özel bir sokak hazırlanmıştı, bir aracın bile park edildiği bu sokakta logar kapağı, kaldırım ve daha bir çok ayrıntı düşünülmüştü, sokağın iki yanlı kenarına dizilmiş odalarda bir banka, bir ev, bir market vb günlük hayatta sıkça ziyaret ettiğimiz mekanlar yer almaktaydı.

Bu odalarda gazilere günlük hayatlarını bir özürlü olarak daha kolay nasıl idame ettirebilecekleri öğretiliyordu.  O ana kadar sessizce dinlediğimiz anlatıcımızı dostlarımızdan biri böldü;

“Peki ama televizyondan da izliyoruz, şehit ailelerinin evlerini gösteriyorlar, burada sağladığınız bu düzeni buradan çıktıktan sonra sağlayabilmeleri için bu insanların belirli bir ekonomik gücü olması gerekiyor. Ayrıca aileleri ve yakın çevrelerinin bilinçlendirilmesi de gerekiyor.”

Bize anlatımı yapan uzman da belli ki aynı görüşe sahipti ve anlatmaya başladı;

“Yurt dışında devlet gaziler bakım merkezinden ayrıldıktan sonra yaşam alanlarını yeni yaşam koşullarına göre düzenliyor bütün masrafları üstlenerek ama ne yazık ki ülkemizde boyle bir şey söz konusu değil”, dedi. “Ayrıca bir rehabilitasyon uzmanı olduğundan aslında bu eğitimleri yakın çevrenin de bilinçlendirilmesi ve yaşam alanlarının keşfi açısından gazinin yaşam ortamında yapması gerektiğini” söyledi. Yani her gazi için aslında bir alan çalışması yapılması gerekiyordu, bunca ileri düzey bir merkezde bile bu henüz mümkün olamıyordu. Umuyoruz ki ilerleyen zamanda milletimizin de sağlayacağı destekle bu aşamaya da gelinir. Çünkü gerçekten sağlanan ortam ve koşullar o kadar mükemmeldi ki, Anadolu’nun herhangi bir yerinden gelip burada tedavi gören ve ardından kendi yaşam alanına dönen gaziler gerçek yaşamın içinde ikinci bir tramva yaşama riski ile karşı karşıyaydılar. Bu da bir anlamda burada verilen bütün emeğin ruhsal anlamda boşa gitmesi de demekti.

Merkeze bunca güven ve hayranlığımı kazanmasının tek sebebi elbette ki o gün yaptığımız ziyaret değildi. Çünkü bir çoğumuz biliyorduk ki ziyaretler veya denetimler sırasında her şeyin sorunsuz ve parlak gosterilmesi ülkemizde adettendi.

 

O gün gördüğümüz tüm hasta ve çalışanların güleryüzü ve yaydıkları enerji inanılmayacak kadar güzeldi ve bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak elbette içimizde acaba bize mi böyle gösteriliyor diye bir şüpheye kapıldık.

Çalıştığım iş yerinde bir arkadaşım vardı askerlik görevi sırasında omiriliği kırılmış ve bir yıl GATA’da arkasından bir buçuk yıl da bu tesiste tedavi görmüştü. Merkeze gitmeden öncede ondan kısa bilgiler almıştım, ama döndüğümde merkezin parlaklığı karşısındaki hayranlığımı gönül rahatlığı ile hissedebilmek için yeniden onunla konuşma ihtiyacı duymuştum.

Merkez ziyaretimizden çok önce orada gördüğü tedavi ve doktoru ile ilgili çok güzel şeyler anlatmıştı. Döner dönmez onu arayıp merkez hakkındaki hayranlığımı ve bu hayranlıktan dolayı duyduğum garip güvensizlikten bahsettim. Sağolsun beni kırmadı ve yanıma geldi. Merkezdeki her şey her zaman aynı gördüğümüz gibiydi. Herkes çok güler yüzlü ve moralliydi.

Peki ama böylesine tramva yaşamış bu genç insanlar nasıl oluyorda böyle olabiliyorlardı? Aslında elbetteki ilk aşamada boyle olmuyordu. Kendiside aslında çok daha kısa zamanda iyileşebileceğini ama başlangıçta odasına gelen sevdikleri, paşalar dahil küfrederek kovduğunu anlattı. Çünkü ona artık yürüyemeyeceği söylenmişti. Ama sonraki dönemde aldığı psikolojik destekle ikna olmuş, tedavisine başlanmış ve tedavinin sonunda bastonsuz yürüyecek hale gelmişti. Benimle birlikte çalıştığı yerdeki işini de ona Elele Vakfı bulmuştu, o da merkezde gördüğümüz diğer gencecik çocuklar gibi pırıl pırıl ve hayat doluydu.

Biz merkeze gitmeden önce selamını iletmem için bana orada sürekli kalan bir arkdaşının adını vermişti. Ziyaret sırasında onunla görüşme imkanı da bulduk. Arkadaşımın ziyaretlerinin seyrekleştiğinden şikayet etmişti gülerek. Bende dönüşte bu şikayeti de sorularımla birlikte ona ilettim. Cevabı çok içimi acıtmıştı;

“Ben yürüyemezsin dendiği halde yürümeyi başardım, ama orada hala tedavi görmeye devam eden ve yürüyemeyen arkadaşlarım var. Ben gittiğimde aileleri ve çevreleri bak o başardı ve yürüdü sen hala başaramadın diyorlar, ve ben çok üzülüyorum”

Kendi yürüme hikayesini anlattığında zaten merkeze gelmesini sağlayan tramva yetmezmiş gibi birde aşmak zorunda kaldığı kendi iradesi ve nefsi ile mücadele etmek zorunda kalmıştı. Savaş merkezde tedavi görmekle sona ermiyor aslında yeniden başlıyordu. Anlık bir kurşun, mayın ya da benzeri bir ateşli silahın yarattığı sonuçlar insan hayatında irade ve azimle devam eden bir savaşa neden oluyor ve bu savaşı galip bitirenlerin sayısı da anladığım kadarıyla çok da fazla olamıyordu eger bir uzun kaybı söz konusu ise.

Biz o koridorlarda odalarında ziyaret ederken bu gencecik insanlar bu mücadeleyi kazanmaya çalışıyorlar yine de bizden daha hayata bağlı ve dimdik duruyorlardı. Biz de hayatlarında yaşadıkları bu uzuv kaybı ve tramvalar için kuru kuru bir teşekkür edebiliyor ve ardından kendi hayatlarımıza geri dönüyorduk. Kimdik ki biz onlar için?

Tüm bu düşüncelerin sonunda en azından bu ülke de güvenle ve vicdanım rahat bağış yapabileceğim bir yer buldum nihayet. Sizde en azından bu yazıyı yaygınlaştırarak onlara ulaşacak ellerin artmasına bir katkı sağlayabilirsiniz.

Çünkü kapısından girdiğiniz andan itibaren bambaşka bir dünya olan bu merkez gerek askeri bir yapı olması gerekse vakıf olması nedeniyle reklama ağırlık vermemesi sonucunda bir çoğumuz tarafından bilinmiyor. İnternet sitesinden daha detaylı bir çok bilgi ve fotoğrafa ulaşabileceğiniz merkezin tanıtımını yapmayı ben kendi adıma bir sosyal sorumluluk olarak görüyorum.

Saygı ve sevgilerimle

YAZI DİZİSİ : İMAM ÇIPLAK - 4

Öğrenilmiş çaresizlik, organizmanın davranışlarıyla olumsuz bir sonucu kontrol edemeyeceğini öğrenmesinden sonra, davranışlarıyla olumsuz sonucu ortadan kaldırabileceği durumlarda gereken çabayı gösterememesi olarak tanımlanır.”


İnsanın yapabileceği bazı şeyleri yapamayacağına inanması, bir işi yapmaya teşebbüs ederken cesaretinin kırılması, kişinin başarısız olmasına neden olur. Kendine güvenini yitirdiği için de gelecekte de o işi başaramaz.



Bir gün kurbağaların yarışı varmış. Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmışlar. Ve yarış başlamış. Gerçekte seyirciler arasında hiçbiri yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş. Sadece su sesler duyulabiliyormuş:


"Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!" Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş.


Seyirciler bağırıyorlarmış: "...Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!.." Sonunda, kurbağaların bir tanesi hariç, hepsinin ümitleri kırılmış ve bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş bu işi nasıl başardın diye. O anda farkına varmışlar ki kuleye çıkan kurbağa sağırmış!



Aslında tüm olumsuz koşullara ve baskılara rağmen birey olarak yapabileceğimiz bir şey olmasa bile toplu olarak hareket etmeyi başardığımızda pek çok şey yapabileceğimizi biliyor olmamıza rağmen yine de belkide hepimize çocukluğumuzdan beri öğretilmiş çaresizliklerimiz yüzünden çaba göstermek istemiyoruz.  Biz hala ezan okunurken şarkı söylemeyen ve büyüklerin yanında bacak bacak üzerine atmayan o nesiller olarak yaşamayı tercih ediyoruz.



Kendimden başkasına akıl öğretmek bu yazının amacını aşan bir durum olduğundan ben hikayeme devam ediyorum.

Ülkenin çehresi kontrol edilemez derecede değişme devam ediyordu. Atatürk ilkeleri ile varacağımızı düşündüğümüz muasır medeniyet seviyesi ne yazık ki hiç beklemediğimiz ya da oluşunu farkedemediğimiz bir şekilde yerle bir olmaya başlamıştı. Tüm bu değişim içerisinde Mustafa Kemal’in aslında nasıl yüce bir kişilik olduğunu anlatmak ve Atam neredesin serzenişleri artık ne yazık ki işe yaramıyor aksine, bugüne değin belki korkudan belki saygıdan susanlar bir bir seslerini yükselterek bastırdıkları tüm düşüncelerini açığa vuruyorlardı. Madem ki düşünce özgürlüğü savunuluyordu o halde bu onların en doğal hakkıydı. Bugüne kadar herkesin tek bir değeri var sandığımız dönemlerde savunduğumuz her şey ustaca manevralarla karşımıza dikiliyor ve yapılan her şey en azından dış görünüşünde meşru zeminlere oturtuluyordu. En fazla bir kaç gün söyleniyor ardından bir yenisi ile karşılaşınca onu bırakıp diğerine soylenmeye başlıyorduk.  Bize göre o kadar yanlış vardı ki ve biz inandığımız her şeyi o kadar Türkiye’nin doğrusu sanıyorduk ki, üst üste seçim sandıklarına gömülmemize rağmen yine de bu gerçeği hala kabullenemedik.



Ülkenin büyük bir çoğunluğu mevcut yönetimlerin uygulamalarından memnundu. Bu güne kadar Atatürk Türkiye’sinde yaşadığını sanan bizler andımızın, istiklal marşımızın birer dayatma olabileceğini ya da O’nun resimleri ve heykellerinin putlarla özdeşleştirilebileceğini hiç aklımıza getirmemiştik.



Biz getirmemiştik ama bu ülke bunlarla büyümüş ve yıllarca bu düşünceyi içinde saklayarak yetişmiş onbinlerle dolmuştu.  Elbette bunların hiç biri bir günde bu hale gelmemişti. Anladığım kadarıyla bizim gibi düşünenlerce de geleceği hiç akla gelmemişti.



Peki ama bunca zamandır bizim sahip olmakla gurur duyduğumuz ilke ve inkılaplar bizim gibi düşünmeyenlerce nasıl bu şekilde algılanmıştı ya da algılanması sağlanmıştı. Bunu anlayabilmek için onların tarafından bakmak gerekiyordu.

Çok uzak değil yakın geçmişe baktığımızda önümüzde seçim dönemleri dışında hatırlanmamış bir Anadolu vardı. Cumhuriyet sonrası edinilen değerler Köy Enstitülerinin tarihe karışmasıyla köylerden kasabalardan çoktan uzaklaşmıştı. Böylece biz büyük şehirlerde yaşayanlar değerlerimizin yaşamaya devam ettiği sanıp kendi çapımızda milliyetçi vatanseverler olmuşken, terör ve diğer imkansızlıklar sebebiyle hizmetin bile götürelemediği anadolunun doğu ve güney doğu kesimlerindeki insanlar zaten henüz yerleştirilmeye başlanmış Cumhuriyet değerlerini enstitülerin de kapatılmasıyla bilmez duruma gelmişlerdi. Her seçim döneminin ardından mevcut yonetimi destekledikleri için “satılmış”lıkla suçlanan bu insanların bu noktaya nasıl geldiklerini düşünmek nedense kimsenin üzerine vazife olamıyordu. Sadece bizim gibi olmadıkları için insanları suçlama hakkını kendimizde bulmamız doğru bir bakış açısı mıydı gerçekten. Hele ki bu yazının başında bahsettiğim şekilde temelsiz değerlerle doldurulmuş bizler için. Vardığım sonuç buna kesinlikle hakkımız olmadığıydı.



Biz kendimize veya sevdiklerimize gelecek haksız bir zarardan endişe ederek savunduğumuz değerlerin hiç birine laf üretmekten başka bir şekilde sahip çıkamıyorken, evlatlarını terör örgütüne kaptırmış ve sahip olduğumuz değerlerin hiç birisi için herhangi bir düşünsel veya fiziksel yatırımın yapılmadığı bu bölge insanlarını hangi hak ve yüzle eleştirebiliyorduk.



Yaşam koşulları ne olursa olsun her insanın iyi veya kötü tutunduğu manevi değerleri vardır. Biz ailelerimiz arkamızda okullarımızdan dini bütün müslümanlar ve milliyetçi vatanseverler olarak mezun olurken, onların elinde sadece dini bütün müslüman olmak kalmıştı ve aslına bakarsanız onlarda bu değere bizim elimizdeki değerden çok daha iyi bir şekilde sahip çıkmışlardı.  Bu sadece doğu ve güneydoğu anadoluda değil büyük şehirler dışında kalan tüm anadoluda böyle gelişmeye devam etmişti.



Kurtuluş savaşı sadece fiziksel güç ile değil bu insanların güçlü inanç duyguları sayesinde de kazanılmıştı. Bir insanı bir değer uğruna ölüme ancak inanç götürebilir.  Bu kadar güçlü inanç duyguları olan insanların önüne ne sunarsanız ona inanmaları da gayet doğaldı bana sorarsanız. O bölgede yaşanılanlar ya da kahramanlıklar yıllar geçtikten sonra birer halk hikayesi ve efsaneye dönüşürler eğer o duyguları beslemezseniz. 



İdealist olacak kadar düşüncelerle beslenmemiş hiç bir insandan da yaşam şartları onu zorladığı sürece neredeyse efsaneye dönüşmüş ve bu ülkenin ortak değeri sayılan bir şeye sahip çıkmasını bekleyemezdik.



Peki Anadoluyu böyle aklasak bile büyük şehirlerde yaşayan insanların da bu yönde bir düşünce geliştirmiş olmasını nasıl açıklayacaktık kendimize. Bana göre ilk sebep yine başından beri söylediğim temelsiz değerler edindirilmiş olmamızdı. Büyük şehirlere Anadolu’dan yaşanan göçle bir çok semtte zaten bu değerlere sahip olma şansı olmayan insanlarımız gelip yerleşmişti. Büyük şehirler onlar için birer yaşam savaşına döndüğünden zaten geldikten sonra bile bu değerleri edinmiş olmalarını beklemek anlamsızdı. Ayrıca bu ülkede zaten bu değerlerin olmamasını isteyen ya da başından beri belki karşı olan bir düşüncede her zaman varolduğundan, biz uyurken herşey olup bitivermişti. Ülke yönetimlerinin sürece etkisini söylemeye gerek bile duymuyorum.



Sonuçta ben bu ülkede değer saydığım şeyleri yeni baştan tamamen kendi isteğimle öğrenmek zorunda kalmıştım. Yani ne bu ülkede devletin okulları ne ailem ne de başka biri bana zaten bu yatırımı hiç yapmamıştı. Bir çoğumuz bu değerleri sorgusuz sualsiz kabullendikleri için zaten hala onlara sahiptiler.  O halde Mustafa Kemal döneminin ardından aslında zaten bu değerler hepimizin üzerinde eğreti birer aksesuar olarak kalmıştı.  Hepsi buydu.

Bu ne olduğunu bilmediğimiz ama çok iyi bir şey olduğuna emin olduğumuz bir nesneyi yıllar boyu saklamak ve korumaktan farksızdı bana göre. Tüm bu anlattıklarımı haksız buluyor ve soylediklerimin belkide tam tersini ortaya koyacak bilgi birikimi veya tecrubeye sahip olabilirsiniz. Bu anlattıklarım benim kendi tecrubelerim ve bakış açım.



Yetiştiğimiz yıllar ne yazık ki bu ülkede nesillerin farklı değerlere sahip olmasına neden olabiliyor. Bu kuşak çatışmasının çok ötesinde aslında bu ülkede miras bırakılan değerlerin korunamadığı veya zaten hiç anlatılamadığı sonucunu gösteriyor bana.  Belki de bu nedenle yetmiş milyon farklı gerçek, yetmiş milyon farklı değer türevi var elimizde.

(devam edecek)


YAZI DİZİSİ : İMAM ÇIPLAK - 3

Ne kadar okursam okuyayım, okuduklarımda bahsedilen kavramlar kafamda net olmadığından bir yerden sonra işime geldiği gibi algıladığımı düşünmeye başladım. Çünkü kendi bildiklerimle kendi düşüncelerimle çürütebiliyordum. Bu yüzden söylediklerim de hedefi on ikiden vurmuyor, nereye çeksen oraya giden şeyler oluyordu. Aslında ilk önce kendime sorduğum soru şu olmalıydı : "Kimdim ben ve ne yapmaya çalışıyordum, arkamda kimler vardı?".


İnsanların şoka girişinin dört aşamada olduğunu biliyor musunuz ?

Duygusal yüklenme aşamasında, duygusal yoğunluğun fazla olduğu görülür. Stresin etkileme derecesine göre ağlama, bağırma, bayılma, şok gibi olaylar ortaya çıkabilir. Amaçsızca dolaşır, yardım etmek ister ama böyle bir yardımda bulunamaz. Doğal bir savunma mekanizması olan şok, kişiyi olaya yabancılaştırarak kaygının tüm yoğunluğu ile duyulmasını önler.

İnkâr aşamasında, duygusal küntlük vardır. Çevreyle ilişki azalır. Birey zihinsel bir’boşluk içindedir. Anlamakta, tepki göstermekte, ilişki kurmakta güçlük çekilir. Anlamsız ve amaçsız dolaşmalar görülür. Yapmak istediği işlerde başarılı olamaz. Bazen birinci aşama ile ikinci aşama iç içedir.


Zorlu düşünceler aşaması, şokun veya olayın ilk etkilerinin azal­masıyla oluşmaya başlar. Olayla İlgili hayaller, düşünceler istemsiz olarak hatırlanır. Bireyin uyanıklık düzeyi yüksek, dikkati artmış durumdadır. Ama bütün bunlar stres yaratan olay üzerinde yoğunlaşmıştır. Zaman zaman dalıp giden bi­reyin çevre ile bağı ve ilişkileri zayıftır, insanlarla yakın ilişkilerden ve kalabalık yerlerden uzak durur, kendi içine dönmüştür.


Çözülme aşamasında, olayla ilgili etkiler ve etkilenme çözülmeye, kişilikte bütünleşmeye yöneliş başlar. Zorlu düşüncelerin sıklığı ve şiddeti azalır, dalgınlıklar kaybolur. Çevreyle ilişki yavaş yavaş artar. Olaylar sakin bir şekilde hatırlanır. Kişilikte yeniden bir bütünleşme ve olgunlaşma gerçekleşir. Birey daha bilinçlidir, gittikçe daha da güçlenerek olayın etkisinden sıyrılmaya başlar.


Psikolojik savunma mekanizmaları stresin yarattığı gerginlikten kurtulmak için gösterilen avunma çabalarıdır. Bilinçsiz olarak geliştirilen bu meka­nizmalar, stres yaratan gerçekleri ortadan kaldırmazlar. Sorunu çözüme ulaştırmazlar. Fakat geçici bir rahatlama sağlarlar. İnsanlar bu yolla gerilim, kaygı yaratan durumdan sıyrılarak, yeniden kendine güven kazanmaya çalışırlar. Böylece geçici olarak ruh sağlığını korurlar.


Sık sık başvurulan savunma mekanizmaları, eğer insanın gerçekleri görmesini engellerse zararlı hale gelir. Bu durumda savunma mekanizmaları ruh sağlığının bozulmasının nedeni olurlar.


Bu mekanizmaların en yaygın kullanılan bazılarını açıklayalım:
Ödünleme (telâfi) mekanizması (kompansasyon): Herhangi bir eksik­liğin veya bir alandaki başarısızlığın, başka bir alandaki başarı ile telâfi edilmesi­dir. Bütün olumsuzluklara rağmen bireyin üstünlük duygusunu koruma, aşağılık duygusundan kurtulma çabasıdır. Ödünleme mekanizması, olumlu davranışlara neden olabileceği gibi olum­suz sonuçlar da doğurabilir.


Başından beri okuduklarınızı bu tanımlar çerçevesinde yeniden değerlendirecek olursanız aslında yaşadığım şeyin ciddi bir şok olduğunu anlayabilirsiniz sanırım.


Evet korkarım ülkemde yıllarca uyuduktan sonra, uyandığımda gördüğüm manzara karşısında ciddi bir şoka girmiştim. Dilerim sizlerde bu yazdıklarınızı okuduğunuzda hisettiğiniz ve yaşadığınız şeylerin bir şok olup olmadığını ayırdedebilirsiniz.


Son yıllarda sosyal paylaşım alanlarında paylaşılan ve yazılanlara baktığımda bu şoku sadece benim değil bir çok insanın bir arada yaşadığını düşünüyorum açıkçası. Hepimiz şokun farklı bir aşamasında olsak da, bu alanlarda paylaşılalanların ve alınan beğeni ve yorumların aslında psikolojik bir savunma ve telafi mekanizmasından kaynaklandığı sonucuna vardım.


Bu da en azından kendimiz için olumlu sonuçlar doğurabilir elbette, sonuç olarak doğruluğuna inandığımız şeylerin hala yakın çevremiz tarafından kabul görmesi umudumuzu kaybetmememize neden oluyor.


Ancak öte yandan bu halimiz aslında sesimizi çıkarıyor gibi görünsek veya hissetsek de çoğunluğu sadece kendimiz gibi düşünen insanlarla zaten hepimizin doğru olduğuna inandığı bir şeyi karşılıklı onamamızdan başka bir sonuçda yaratmıyor toplumsal anlamda ki bu insanların büyük bir kısmı da zaten çıkarılan seslerin yaratacağı siyasi ve kriminal sonuçlarından ürktüğü için sessiz kalmayı tercih ediyor.


Annem haberleri izleyip deliye döndüğü halde, yine de her gün gazetelerin her bir satırını okuyup, ülkede olan biten herşeyi takip eden biridir. Aslında ğitimine devam etmesine izin verilmiş olsa belki de gerçekten şimdi farklı bir konumda olabilirdi. Yine de şimdilerde yaşından kaynaklanan geçmişe özlemin ağır basmasıyla sanırım, günümüzde yaşananları anlamakta ve kabullenmekte zorluk çekiyor. Belki de en önemlisi bu önce olan biteni inkar etmekten vazgeçip kabullenmek ve ardından varlığı kabul edilen bu durumlara çözüm aramak gerekiyor.


Her konuşmamızda insanların artık bir sürüye döndüğüyle başlayan sohbetimizde, Menderes zamanında sadece süpürgeye zam yapıldığında insanların süpürgelerini gelin gibi süsleyerek sokağa döküldüğünü anlatır. Annemden başka birinden duymadığım bu hikayeyi belki de çok dinlemekten olsa gerek nedense hiç araştırmamışımdır. Sonuç olarak insanların sessizliğinden öylesine öfkelenir ki, söylenmelerinin ardı arkası kesilmez. Oysa hemen bu konuşmaların ardından, bana telefonda konuştuklarıma dikkat etmemi, iş yerimde asla böyle konulara girmememi düşüncelerimi eğer istiyorsam onunla paylaşabileceğimi tembihler durur.


Bu benim küçük oğluma her dışarı çıkışımızda “çabuk, çabuk” diye seslenip, ardından adımlarıma yetişmek için koşmaya başladığında “koşma, düşersin” dememe benziyor.


Yani aslında hepimiz yapmamız gereken bir şeyler olduğunu bilmemize rağmen, mevcut koşullar nedeniyle, ne kendimizi, ne de sevdiklerimizi ateşe atacak durumda ve cesarette değiliz ki bunun adına cesaret denir mi bilmiyorum. Belki kör cesaret. Bu nedenle olsa gerek ki, bir çoğumuzun rüyalarında hala bir Atatürk’ün çıkıp bizi kurtarması hayali var. Yani bizler kurtarılmayı bekleyen vatanseverleriz aslında. Bunu kınamak adına değil çaresizliğimizi vurgulamak adına söylüyorum. Örnekleri giderek çoğalan siyasi, askeri, edebi anlamda sadece sözlerle bile mücadele etmeye çalışanların yaşadıkları örnekler ne yazık ki hepimizi bu duruma getirdi. Peki neydi bu insanların hepsine suçlu damgası vuran temel öğe. Mustafa Kemal mi?


Eğer tarihimizde bir Mustafa Kemal olmasaydı ne olacaktı? Bugünlere bile gelemezdik düşüncesinden yola çıkarak söylemiyorum sadece, diyelim öyle ya da böyle bugünlere gelmiş Cumhuriyet ve bağımsızlığımızı kazanmıştık, ama elimizde bir Mustafa Kemal yoktu. Aslında böyle soylemek bile inandırıcı gelmiyor insana, milletleri her zaman kahramanlar kurtarırlar, bu sadece bizim tarihimizde değil, çocuklara anlatılan tüm masallarda, medeniyetlerin efsanelerinde ve diğer ülkelerin tarihlerinde de böyledir. Belki de hepimizin deyim yerindeyse ve bugünkü koşullarda tam anlamıyla kendini feda edecek bir lidere mi ihtiyacımız var? Bu lider bir gün ortaya çıksa bile dokunulmaz mı olacak sanıyoruz hepimiz. Hiç sanmıyorum.


Öte yandan kendi içimizde bile birliğimizi sağlayamadığımız göz önüne alınırsa bu liderin arkasından gitme konusunda da ayrışmalara düşeceğimiz konusunda neredeyse şüphem yok gibi.


(devam edecek)

 

Haberler