kimiz ki biz?

Bizler, aslında sizlerden biriyiz. Hepimiz kendi hayat hikayemizin kahramanlarıyız. Başrolde kalabilmek için elimizden geleni yapıyoruz ve yapmaya da devam edeceğiz. Hepimiz birer abanoz ağacıyız. Kökleri toprağa sımsıkı sarılmış, masmavi gökyüzüne dallarını uzatmış birer hayat ağacıyız. Bu hayat ağacı ormanında sizlerinde daima gökyüzüne uzanan şanslı ağaçlar olmanızı dileriz.

söz uçar, yazı kalır

Yeryüzündeki her ağacın bir hikayesi vardır. Bu blogda yer alan her abanozunda öyle.. Abanozlar kendi hayat hikayelerini yazarlar. Kök saldığımızı sandığımız bu güzel ormandan ayrılmadan önce, ruhumuzu verdiğimiz her bir abanoz ağacının anlatacak çok hikayesi olacak. Bizi takip etmeye devam edin.

İÇ SAVAŞIM

Dün sabahtan bu yana her an şiddete dönüşebilecek bir öfke ile krize dönüşebilecek ağlama hissi arasında gidip gelen son derece depresif ve huzursuz bir ruh hali içindeyim. Kendimi kah gecenin birinden, sabahın beşine kadar kan ve barut kokusu içinde çatışan askerlerin, kah haberi duyupda kendi evladının acı haberini almaktan korkarak bekleşen ve kapıdaki o askerle bir açıklama bie yapılmasına bile gerek kalmadan durumu anlayan acılı ailelerin yerine koyuyorum. Gözümün önünde canlanan bu görüntülere çaresizlik içinde kıvranıyorum. Bütün bu iniş çıkışlar içerisinde kendimi rahatlatmak için face book vb sosyal paylaşım sitelerinde hislerime tercüman olan en keskin ifadeleri seçerek paylaşıyorum. Kendi ifadelerimi ortaya koymakta zorlanıyorum, çünkü dudaklarım öylesine kilitli ve içim o kadar acıyor ki, burnuma kan kokusu gelecek kadar içselleştirdiğim bu acı olay karşısında ne söyleyeceğimi ve ne yapacağımı bilemez bir durumdayım.


Bir yandan korumaya çalıştığım yarı bilinçle kendimi gözlemlemeye çalışırken, diğer taraftan çevremdekilerin, hükümetin tavır ve açıklamalarını takip etmeye çalışıyorum. Kafamın ve yüreğimin içi o kadar karışık ki, aslında doğru düşünemiyor olduğuma kendimi ikna etmeye çalışırken, öte yandan keşke gidipte o soysuzların peşine bende düşsem gibi akılcı olmayan öfke dolu sonuçlara varabiliyorum bir anda.


Yine de paylaştığım ve kullandığım ifadelerin amacından sapmamasına gayret göstermem gerektiğini düşünürken, öte yandan sosyal duvarıma yansıyan tüm paylaşımları bu gözle de değerlendirmeye çalışıyorum. Giderek karışan kafamın çindeki sorulara kendimce cevapları henüz üretememekle beraber, uzun süredir görmediğim bir birlik ve beraberlik, hepsinden öte gözler önüne serilen bu tek sesliliğe gidiş karşısında umutlanıyorum ve kaybettiğimi sandığım o mutluluk verici aidiyet duygusunun yenicen canlanmasına seviniyorum.


Özetle olayın her boyutuna müdahil olma ve ışığı kaybetmeme adına sürüp giden bir telaşe içerisinde duyduğum gördüğüm her şeyi akıl süzgecinden geçirme, bende yarattığı duygusal tepkileri kontrol etmeye çalışma çabasında olmama rağmen kimi zaman bir anda gözümü karartıp, gerçeklerden uzaklaşarak aslında belkide hisettiğim huzursuzluk ve suçluluk duygusunu da yok etmeye çalışıyorum.


Bugün akşam üzerine ülkemdeki bu iç savaş hali içimde bambaşka bir savaşa dönüşerek devam etti durdu. Ta ki içinde boğulduğum gündeme dair ne var merakımı yenemeyerek sürekli takip ettiğim gazetenin adresini internet tarayıcıma yazarak enter tuşuna basana kadar. O anda gördüğüm fotoğraf karşısında önce dehşet, ardından şiddetli bir kusma hissiyle hızla kapattım sayfayı. O saniyeler içerisinde Muammer Kaddafiye ait olan o kanlı yüz hafızama çoktan kazınmıştı bile. Gözlerindeki korku ve dehşet ifadesi gözlerimden önünden bir türlü silinmiyor ve mide bulantım giderek artmaya devam ediyordu. Takip eden bir kaç saat içerisinde kafamdaki karmaşa ve gözümden silmeye çalıştığım bu görüntü ile birlikte, tabiri caiz ise kısa bir bilinç kaybı ile devam etti. Dünden beri içselleştirdiğim tüm şehit haberleri ve görüntülerinin üzerine bu manzara birbirinin içine geçmiş, şehitlerin cansız bedenlerinin görüntüsüne dönüşmeye başlamıştı gözümün önünde.


Eve döndüğümde gazeteyi yeniden açamadığım için göz gezdirdiğim sosyal paylaşım sitelerindeki öfke patlamaları yeterince keskin ve can yakıcı ifade kalmadığından artık hakarete uzanmaya başlamıştı. Sanal şiddet giderek çirkinleşiyordu, içim acıyordu ve midem bulantım kesilmeden devam ediyordu.


Derken bir arkadaşımın duvarında liselerdeki öğrencilerin müdürleri eşliğinde bu gün sokaklarda yürüyüş yaptıkları ve bundan çok endişe duyduğunu belirten ifadelerini okudum. Bu öğrencilerin kanlarının kaynadağını ve bu şekilde olaya dahil edilmelerinin hepimizi üzecek sonuçlar doğurabileceğine dikkat çekmeye çalışıyordu bir anne olarak.


Kaddafi nin o fotoğrafı yayınlanmak ve saatler boyunca manşetlerde bırakılmak zorunda mıydı gerçekten? Gençler, şehitler, cesetler, kan kokusu.. Mide bulantısı ve baş dönmesine dönmeye başlamıştı artık iyice.


İntikam değil, katliam istiyoruz yazıları geldi bir bir gözümün önüne ve yine o fotoğraf.. Bunu mu istiyoruz sahiden.. ?


O an kararımı verdim, bu öfke ve sancının beni bir canavara dönüştürmesine izin vermeden sakinleşmeli ve daha yapıcı düşünmenin bir yolunu bulmalıydım acilen. O fotoğraftaki kişi her kim olursa olsun, ne bu sonucu doğuracak bir davranışta doğrudan bulunabilecek, ne de bu tür bir davranışla sonuçlanacak bir eyleme dolaylı yollardan katkıda bulunacak biri asla değilim ben.


Suskunluk ve sağduyu ile mücadele ve şiddet arasındaki çizgiyi henüz çizemiyor olmamızın tek açıklaması henüz şoktan çıkamamız olmamızdı. Neden 1,2,3,5,13 şehit değilde 24 şehit verdiğimizde bu tramvaya tutulmuştuk bir anda? Toplamda kota aşımı mı sebep olmuştu buna, yoksa neredeyse alışmaya başladığımız günlük şehit haberlerinin buncasını bir arada duymak mı panikletmişti hepimizi bilmiyorum.


Bir lider beklentisi ve Mustafa Kemal hasretini dile getiren satırları okudukça, O'nun ilelebet payidar kalacak cümlesini ömrü değil Cumhuriyet için kurduğunu, ve emanet ettiği bizlerin birer Mustafa Kemal olma potansiyeline sahip olduğumuzu düşünerek kurduğunu anlatmak istiyorum uzun uzun.


Öfkesi yürüyüş ve mitinglerde kontrolden kolayca çıkabilecek gençlerin ve biz sandıkta oy kullanma ehliyetine sahip yetişkinlerin beklenildiği gibi kışkırtmalara alet olmadan ve şehit kanlarına eklenecek yeni acılara sebep olmadan tepkimizi dile getirebileceğimizi umuyorum şimdi sadece. Aksi durumda, öfkemizin asıl hedefi olmayan ve asli görevi asayişi sağlamak olan güvenlik güçlerimizle, yani kendi kendimizle çatışmak durumunda kalacağız. Onların hükümetin maşası değil, bizler gibi kafası karmakarışık olmuş ve şehit olma potansiyeline sahip, üç kuruş maaşla, sadece görevini yapmaya çalışıyor olduğunu aklımızdan çıkarmamamız gerektiğini hatırlamamızı diliyorum.


Siyasi politikası her ne olursa olsun, tek yürek ve tek ses olmuş bir millet karşısında hiç bir hükümetin koltuk kaygısıyla bile olsa karşı durabileceğine inanmıyorum.


Mustafa Kemal'i özleyen tüm dostlarıma, onun milli mücadeleyi tek başına kazanmadığını hatırlatmak istiyorum yeniden. Hiç bir durumda doğukkanlılığını kaybetmediğini, her ne düşünceye sahip olursa olsun karşısındaki insanın gözlerine bakmaktan vazgeçmeyerek, herhangi bir şiddet eyleminde bulunmadığını söylemek istiyorum.


Ülkenin içinde bulunduğu koşullarda yapılacak bir hükümet istifasının şu andaki soruna bir çözüm olmayacağını ve bunun ancak yeniden sandık başına gidildiğinde ya da bu sorunun üstesinden geldiğimizde gündeme getirelecek bir konu olduğunun altını çizmek istiyorum. Şimdi ihtiyacımız olan şey beğensek de beğenmesek de seçilmiş hükümeti terörle mücadeleye değil, terör sorununu kökten çözmeye ikna etmek olacaktır.


Bu gün sona erdiğinde henüz içimdeki savaşı kazanamamış olsam da, ben Kaddafinin son anlarını resmeden o karede hiç bir canlıyı görmek istemediğimden adım kadar eminim.
 
 

GÜN BATTI, TAVUK YATTI

Geçtiğimiz günlerde yönettiği bakanlık nedeniyle olsa gerek doğal olmaya özen gösteren ve medeniyetin zincirlerini kırarak saç sakaldan simasını seçemediğimiz Taner Yıldız düşüncesini dile getirdi hatırlarsanız.


"Yaz saati uygulaması ile alakalı saatlerimizi ayarlayacağız. Ülkenin geneliyle alakalı enerji sektörü açısından baktığımızda fotoğraf nasıl gözüküyor bunu arkadaşlarımla paylaştım. Bu tartışmaya açık bir fikir. Sanayicimiz, esnafımız, tüccarımız şuanda zaten uyguluyorlar. Hatta bir kısmı batılı ülkelerde gün ışığıyla beraber saat 6 ise 6, 7 ise 7, her ülkenin kendisine has gün ışığı var. Kuzey'e gittikçe değişiyor, Güney'e gittikçe değişiyor. Bizim ülkemizin bir meridyeni, bir paraleli var.


Sonuçta hayatımızda zaten pratikleri yaşadığımızın resmiyetle sistematize edilip edilemeyeceğiyle ilgili bir konudur bu. Bu enerji açısından ortaya koyduğumuz bir fikirdir. Bugün bakıyorum bazı yayın organlarında alınmış bir karar. Toplumda tartışmaya açılacaktır. Sonuçta ne kadar rağbet göreceği ortaya çıkacaktır ama enerji sektörü açısından bakıldığında ve bir kısım çalışmalarla gün ışığının insan üzerinde oluşturulduğu psikoloji açısından bakıyorum. Bundan daha fazla yararlanmak adına toplum eğer 5 buçuk, 6'da gün ışıyorsa ve daha sonra mesaiye başlayabiliyorsa enerji sektörü olarak, bundan enerji verimliği olarak daha fazla yararlanacağız demektir. Bizim daha çok çalışmaya ihtiyacımız var. Bu karar konuşulmuş bir konudur. 1 saat sonra başlayacak mesainin daha verimli olacağını düşünüyorum."


Bu günkü gazetelerde de bir kısım holding patronlarından bu düşünceyi destekleyen açıklamalar geldi.. Aslına bakarsanız kanımca traş olmaya bile fırsat bulamadığı belli olan bakanımızın aslında güne bir saat erken başlamasını ben de kendi adıma onaylamıyor değilim. Hatta düşününce aslında bunun enerjiden başka nelere hizmet edebileceğini de az gelişmiş zihniyetler ülkesinin paranoyasına ermiş bir vatandaş olarak bir çırpıda sayabildim.. Eğer bakanımızın açıklaması sizin için ikna edici olmadıysa bir de benden dinleyin bakalım ikna olacak mısınız?

Hayatın pratiği açısından ; Birincisi sabahın altısında mesaiye başlamak için en geç sabahın dort buçuğunda kalkmanız gerekecek. E hazır uyanmışken bir de sabah namazı kılabilirsiniz. Zaten bakanımızın da belirttiği gibi hayatımızda pratikte katılan durumlardan biri bu olsa gerek diye düşünüyorum. Çünkü her birininkini tek tek Allah kabul etsini sabah namazına kalkan pek çok kişi ardından uyumayı tercih etmiyor. Sabah namazına kalkma gafleti göstermeyen kalan cemaatinde bu şekilde namaza dahil olması sağlanabilir. Hatta bu durumda sabah işimize, çocuklarımız okula cemaatle sabah namazı kılarak başlayabilirler.



İnsan psikolojisi açısından ; Sabahın dört buçuğunda kalkacağımıza göre, bir insanın ortalama günde sekiz saat uyku ihtiyacından yola çıkacak olursak akşam sekiz buçuk da da uykuya geçmiş olmamız gerekecek. Bu bize ne sağlayacak, gece hayatı diye bir şey kalmayacak.. Cumartesi de çalışacağımıza ve hatta holding patronlarının aklına uyup pazarda çalışırsak o zaman zaten bırakın geceyi gündüz de hayat diye bir şey kalmayacağından.. Alkol tüketimine çanak tutan gece esnafı zaten batacak..Boylelikle alkol zaten otomatik olarak hayatımızdan çıkacak.. Televizyonlarda izlediğimiz ve toplumsal ahlakımızı bozan yayınları izleyemeyecek, haberlere kadar dahi ayakta kalamayacağımızdan ülkede neler olup bittiğini duyamayacağız, ve gereksiz çem çem edip başımızı belaya da sokamayacağız. E sosyal hayat diye bir şey de kalmayacağından zaten otomatik olarak masraflarımızda elektirik faturalarından başlamak üzere büyük bir düşüş gözlencek..


Bütün bunların neticesinde ülke ekonomisine sağlayacağımız katkının yanısıra iman gücümüzde de artış olacağından ki başlamışken yatmadan da yatsıyı kılarız herhalde.. Toplumsal refah ve huzura hep birlikte ermiş oluruz diye düşünüyorum. Gayri Saf-i Milli Hafsalası yüksek bir toplum olma yolunda bundan daha iyi bir yol düşünemiyorum bile..


Bir taşla binlerce kuş vurulabildiğini bize gösteren bakanımızın zekası önünde saygıyla eğiliyor, hepimizin gözlerinden tek tek öpüyorum..


Türk Milleti zekidir.. !

Hamdolsun Türküm diyene !

Eşşek sudan gelsin artık......

Nasıl bir dünya da yaşıyoruz ? Erkeklerin kadınlara ruhen ve  fiziken uyguladığı şiddetle iç içe her gün ekranlarda kocası tarafından dövülmüş, bıçaklanmış, öldürülmüş kadın haberlerinin sıklığı benim çok rahatsız olduğum bir durum.

Bu durum kadınların erkeklere karşı düşmanca bir duruş sergilemesine sebep oluyor, bununla alakalı çalışmalar yapılıyormuş, bana pek inandırıcı gelmiyor nedense.. Doğru düzgün eğitim verilmezse, her aile üç çocuk yapsın diye bas bas bağırılırsa, bu durumun hiç bir zaman düzelmeyeceği kanatindeyim.




Bundan bir kaç sene önce düşündüğüm bir çıkış yolu olabileceğini sandığım bir şey aklıma geldi, belki size komik gelecek ama genede paylaşmak istiyorum... Evlenmek isteyen çiftlere nikahdan önce bir dizi kursa tabii tutup ve yaş sınırı getirilmeli. Sınava sokup evlenmelerine izin verilmesinden yanayım. Gerçi eğitim sisteminin bile saçma sapan olduğu bu ülkede ne kadar başarılı olunur bu da tartışılır ama, bu duruma çok üzüldüğüm için saçmalıyor da diyebilirsiniz. Benim iki  oğluma da söylediğim bir söz var "ilerde evlendiğinizde sorunlarınızı konuşarak çözün ve bağırıp çağırırsanız aklınıza beni getirin, ben de aynı şekilde babanızdan şiddete maruz kalsam hoşunuza gider mi?" diyorum, "çünkü evlendiğiniz eşiniz size emanet edilen bir çiçek olacak ve siz ne kadar sevgi ve saygı duyarsanız aynı bumerang gibi size dönücek. Yaptıklarınız, birlikteliğiniz bir ömür  boyu sorunsuz gidecek" diye telkinlerde bulunurum. Çünkü bu erkek çocukları da yetiştiren en nihayetinde biz anneleriz.

Anneler size sesleniyorum, erkek çocuk sahibi olanlar!

Lütfen onları yetiştirirken her işlerini kendilerinin yapması gerektiğini öğretin. Hayatın içinde müşterek yaşanacağını, herşeyin kadından beklenmemesi gerektiğini öğretin, çünkü içtiği suyu veren anne, ilerde bir bardak suyunu vermeyen eşini eşşek sudan gelen kadar dövdüğü bir nesli yetiştirdiğimizi unutmayalım.

Daha aydınlık bir toplum ve bu tarz haberleri duymamak dileğiyle güzel günler diliyorum sağlıcakla kalın.....

fiona.

Ben bir klavye delikanlısıyım

Ben bir klavye delikanlısıyım.Klavye ve bilgisayarım karşımda,çerezim,viskim veya 1 bardak demli çayım yanımda iş başındayım. Klavyede harikalar yaratırım. Asarım,keserim,dünyayı kurtarırım, felsefe yaparım,tarih ve politika bilgimi konuştururum, kadın ruhundan anlarım, adamım ben, adamım!! Ben bir klavye delikanlısıyım; yeri geldiğinde bekar, yeri geldiğinde sorunlu bir evliliği olan, yeri geldiğinde ise sadece kendime hesap veren savaşçıyım. Durumlara göre davranır, sürekli koku almaya çalışırım. İmitasyon erkeğim ben, hatta fason üretim,yazdıkça komikleşir, değerimi azaltırım. İtinayla ayar verir, sonunda kendi ipimi yine kendim çekerim. Ezikliğin dışa vurumuyum ben. Reel hayatta asla veremeyeceğim sözleri, bilgisayar karşısında en cesur eda ve nidalarla haykırır, iş ciddiye bindi mi ürkek tavşanlar gibi kaçarım. Lafla peynir-ekmek gemisi yaparım,dünyayı kurtarırım, sevgiye ve güzelliklere övgüler yağdırırım,kadın arkadaşlarıma asılırım,e ne de olsa ben klavye aslanıyım!


Ben bir klavye delikanlısıyım.Facebook,twitter gibi sosyal paylaşım sitelerinde profil resmimi gördünüz mü hiç? Afilliyim,fiyakalıyım,jöntürküm,mihrabım yerinde,endamım önümde egosantrik ve fakat, akıllara ziyan bir laf salatasıyım.

Ben bir klavye delikanlısıyım.Sözün bittiği yerde aralıksız konuşur,elimde tesbih yerine mouse u gözünüze gözünüze sokarım.Heyyyy delikanlıyım ben! romayı da yakarım! Zebaniyim ,gulyabaniyim,cümlelerimle gündünüzü, gecenizi zehrederim, ardından da kalkar kuru bir ''özür dilerim.''

Ben bir klavye delikanlısıyım.Ben bir insanım.Olmak istediğim kişiliklerle,olduklarım arasında sıkışıp kalmış bir zavallıyım.Anlayın beni,Med-cezirlerdeyim,aynı zamanda şövalyeyim,bir elimde mouse, dilimde çiçek cümleler,icabında kapınızda sırılsıklam, mucizeler yaratan kahramanım!

Ben bir klavye delikanlısıyım...Ne yazık ki sosyal hayatımda birikmiş dışlanmışlıklar,eksiklikler,öfkelerim,isyanlarım,hayallerim,umutlarım elimi klavyeye yapıştırdığımda beni tetikliyor..Hızlı mesaj yazarım,gerektiğinde argo kullanırım,sarkarım,sırnaşırım,bulantı ve karın ağrısı yaparım.

Ben bir klavye delikanlısıyım.... Endikasyonlarım:Karşı cinste duygusal yoksunluk ve eksiklik tedavisi. Kontrendikasyonlarım:mide bulantısı,karın ağrısı,şiddetli ishal.

İTİNAYLA SAKININIZ...

DOSTLUK ZAMANI

İnsanların birbirine selam bile verirken menfaatini düşündüğü bir dünya da yaşıyoruz. Ne komşuluk, ne dostluk hiç kimseye ayıracak bir zamanın kalmadığı toplumumıuzda ciddi yalnızlıkların bizleri beklediği zamana doğru ileliyormuşuz gibime geliyor. Bu durum da galiba bir önceki yazımda da belirttiğim gibi güven ve kuşku unsurlarını düşündürüyor.



Ben eskiden oturduğum bir semtte yirmi dört sene yaşadım buraya yeni birileri taşındığında üç beş ay kadar gözlemler sonra selam verir tanışırdık. Bu yalnız benim yaptığım bir şey değildi, herkes bu açıdan bakıyordu ve çekinerek yaklaşıyordu. Sonradan ben başka bir semte taşındım aynı durumu ben yaşadım dört ay sonra hoşgeldiniz demek için gelen bir teyze bana, "kusura bakma kızım hemen gelemedik çünkü bir müddet sizi takip ettik, bir sorun olmadığını görünce de görüşmeye karar verdik" dedi.

Haklıydı davranışında da kendince bunu söyleyebilecek kadar da samimiydi de, neden bu kadar birbirimizden ürker olduk. Belkide bunları düşünmek hata olurdu,  bu zamanda  bir arkadaşımın sözü geldi aklıma "hayatıma yeni insanları sokacak kadar ne zamanım var, ne de güvenim" demişti. İş böyle olunca hayatta da  yalnız kalman ve seni merak edicek kimsen yoksa evinin içinde son bulan bir yaşam, günler sonra yokluğu fark edilen yaşlı bir teyze ya da amca olma ihtimali yüksek.

Diyorumki "sokağındaki insanlara tebessüm etmek, merhaba demek bu kadar zor mu?", ben elimden geldiğince iyi niyetle yaklaşmak istiyorum verdiğim selamın arkasında dostluktan başka bir şey düşünmeden, en azından elimdeki dostlarımı ve sevdiklerimi kaybetmemeye çalışıyorum sevgilerle kalın.......

FİONA
 

Haberler