kimiz ki biz?

Bizler, aslında sizlerden biriyiz. Hepimiz kendi hayat hikayemizin kahramanlarıyız. Başrolde kalabilmek için elimizden geleni yapıyoruz ve yapmaya da devam edeceğiz. Hepimiz birer abanoz ağacıyız. Kökleri toprağa sımsıkı sarılmış, masmavi gökyüzüne dallarını uzatmış birer hayat ağacıyız. Bu hayat ağacı ormanında sizlerinde daima gökyüzüne uzanan şanslı ağaçlar olmanızı dileriz.

söz uçar, yazı kalır

Yeryüzündeki her ağacın bir hikayesi vardır. Bu blogda yer alan her abanozunda öyle.. Abanozlar kendi hayat hikayelerini yazarlar. Kök saldığımızı sandığımız bu güzel ormandan ayrılmadan önce, ruhumuzu verdiğimiz her bir abanoz ağacının anlatacak çok hikayesi olacak. Bizi takip etmeye devam edin.

Cumhuriyet Çocuklarının Ormanı Bir Yaşında -1

Bazen bir durumu, duyguyu ya da düşünceyi anlayabilmek için onunla ilgili bir tecrübe edinmek ya da durumu içselleştirebilmek gerekir. Yani bir çeşit kendini olay kahramanının yerine koymayı gerektirir bu, olayın ya da durumun kahramanı bir insansa bu herbirimiz için zor bir uygulama değildir aslında. Peki ya kahramanımız bir insan değil de bir ağaç ise?

ÇELİŞEN ÇELİŞKİLER

                                                                            NİHAVENT  LONGA YD

 
Arkadaşım benden yazmamı istediği zaman çekindim işin aslına bakarsanız. Hem istiyordum hem de ne yazacağım diye düşünüyordum. Okul dergilerindeki birkaç yazının dışında yazmışlığım yoktu. Biliyordum ki yazanlar, yazmadan duramayanlardı. Zaten  “Baştan ne yazacağım sorusunu soruyorsam demek ki yazmaya da yeteneğim yoktur  gibi bir tespiti çoktan yapmıştım







Boş sayfaya sanırım yarım saat kadar baktım. Düşüncelerimi toparlamaya ve bahsi çok geçen ilham perisini beklemeye başladım. Biliyordum, birden beynimin içine zıplayacak (Neden bilmem ama her zaman ilham perimi; tombiş, ufacık tefecik ama rahatlıkla zıplayan bir kadın olarak hayal ediyorum)  İşte ben geldim, başla…” diyecekti ve ben ardı arkası kesilmeden yazacaktım. “Tam da bunları düşünürken geldi” diyeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Baktım gelmiyor dedim ben başlayayım belki sonra bir ışık görür de bende,  nezaketen uğrayıverir.


E önce bir merhaba yazısı olmalıydı. Yazıların teknik kısımlarını da biliyordum.Giriş gelişme sonuç yapacaktım.Hepsi tamamdı ama bir yazacağım konu eksikti.Yazarak rahatlayan biri olmadım ki şimdiye kadar. Vardır öyle tanıdıklarım. Ruhlarındaki her durumu kağıda dökerler. Rüzgârın sesi, dalın çıtırtısı, kuşun ötüşü, yağmurun camdaki sesi, tarağın saça değdiğinde çıkardığı ses (Çıkarıyor mu bilmiyorum denemek lazım), otun, çiçeğin kokusu börtü böceğin dokusu vs. onlara ilhamdır. Bütün bunlar bana “Aa ne güzel bir  manzara, harika! Haydi bir fotoğraf çekeyim…’’den  öte bir his bırakmıyordu.


Ben de sizler kadar yazmayı denemek istemekle yazacak konu bulamamanın bir çelişki olduğunun farkındayım. Lakin hangimizin böyle çelişkileri yoktur ki hayatında?


Çelişkiler dedim de aklıma geldi Maskelerimiz varken çelişkilerimizin olmadığını söylemek pek gerçekçi bir yaklaşım gibi görünmüyor. Olduğumuzu sandığımız kişiyle gerçekte olduğumuz kişi çelişkilerin en zorlusu gelir bana her zaman. Cimriyizdir aslında ama cimri olmadığımızı düşünürüz. Bir de üstüne cömertlik nutukları atarız. Konu tekrarı yapıyoruzdur belki de kendimize; tekrarların, işimize yarayacağını düşündüğümüzden.


Kendimizi tanımak adına içimizdeki benle konuşurken çelişkilerimizi itiraf etmek ne kadar ağır gelir değil mi? Bilenler bilir; bir başkasının söylemesine fırsat vermeden kendimizin, aslında, çok cimri  biri olduğunu söylemek, bunu “İçimizdeki ben…’e” itiraf etmek sanırım duygularımızın törpülenmesi gereken kısımlarının da tespitidir aynı zamanda.


Kendimi tanıdığımı düşündüğüm her dönemde beni yine şaşırtan ruhumu tebrik etmek istiyorum. Zira kendisi bu konuda öyle çeşitlilik gösteriyor ki; hedef bulup, nokta atışı yapmak mümkün olmuyor.


Yetiştiğimiz ortam, kendimizi geliştirme kapasitemiz, algılarımız, yorumlarımız, sezgilerimiz, kıramadığımız kalıplarımız, yargılarımız gibi daha çok ekleme yapabileceğimiz etkenler, birlik olup, bizi kendimizden uzaklaştırıyor. Mesela başkalarının pencerelerinden kendimize baktığımızda, onların bizi gördüğü şekilde görmek yerine, görmesini umduğumuz şekilde gördüklerini düşünüyoruz. Bu düşünce doğrultusunda da biz olmak istediğimiz kişiye doğru gitmek yerine, olduğumuzu sandığımız kişiye doğru, yol alıyoruz. İşte bu uzaklaştırma eylemlerinin sonucunda da çelişkilerle dolu bir yolculuk bekliyor bizi.


Kendimizi olduğumuz gibi görmemize ve ifade etmemize engel teşkil eden bu çelişkilerin çeldiriciliğini, ne kadar aza indirirsek, o kadar yakınlaşıyoruz gerçek kendimize.


Elbette çelişmek, farkına varırsak gelişmeyi de getirir beraberinde. Sorgularımızın her biri kendimize açılan yeni bir kapıdır. Her yeni kapı her yeni keşfediş bize davranış, huzur ve bilinçli olma hali olarak dönecektir. Sanırım yolculuğumuzun asıl amacı da bu.


“Kendimizi bilmek” Tamam! İşte buldum yazacağım konuyu. Nihayet seke seke, zıplaya zıplaya geldi ilham perim.

Yasemin Demircioğlu

AYNA

Kışın korkunç soğuğunun, ortalığı bembeyaz bir buz tabakasına çevirdiği günlerden biriydi. Sokaklarda pek fazla kimse yoktu. Herkes hazırlıklarını tamamlamış evlerine çekilmişti bile. O da koltuğunun altına kıstırdığı çam fidanıyla birllikte hızlı adımlarla eve gidiyordu. Neredeyse bir haftadır bugün için hazırlanıyorlardı. Tam bir yıl olmuştu işte, dolu dolu bir yıl daha bitiyordu. Her zaman önünden geçip gittiği antikacı dükkanına  geldiğinde yavaşladı. Vitrinde gördüğü eski taş aynaya takılmıştı gözü. Aynanın toz bağlamış yüzeyine baktığında kendi görüntüsü yerine bir başka yüz görümüştü sanki. Cebinden kendi küçük aynasını çıkardı, baktı  ve “İşte bu benim”, dedi içinden. Sonra yeniden vitrindeki aynaya baktı. İyice şaşırdı. Çünkü bu kez görünen yüz deminki değil bir başkasıydı. Ve bir kaç dakika sonra bir başkası belirdi. Sanki etrafındaki herşey yok olmuş gibi kıpırdamadan öylece aynaya bakıyordu.

GELİŞMEMİŞ ERKEKLERE, GELİŞMİŞ ÇÖZÜMLER

Bekir Coşkun, yazısında Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığından bu yana şehit sayısının 20 kat arttığını söyledi.

Bir başka tespit de son yılarda kadına şiddet olaylarının tırmandığı, intihar ve tecavüz vakalarının çoğaldığı; azalacağına aksine coştuğudur.

Cümlenin alternatif yorumu ‘erkekliğinin gücünü ancak kadına şiddet uygulayarak gösterebilen sorunlu erkek sayısında artış var’ gerçeğidir ki, çok vahimdir.

Kadının şiddete maruz kalması konusu Tayyip beyin hükümet olmasıyla başlamadı elbette.

Çok objektif bakmak ve bu bakışı toleransla yumuşatmak sorumluluğundayım. Böyle bir ayıbın ortadan kalkmasının -uzun vadede erkek eğitimi ve çok yönlü çabalar gerektirmesi nedeniyle- sabırlı bir bekleme dönemi istediğinin de bilincindeyim.

Ama…

Dinimizin de kadına saygıyı ön planda tutan bir öğreti sunduğu düşünülecek olursa, dini inancı kendisine bayrak yaparak iktidar olan bir partinin sayesinde bu güne kadar bu sorunun önemli ölçüde azalmış olması gerekmez miydi?

İlahiyat okullarındaki bunca eğitimin, cuma vaazlarının, din sohbetlerinin ve yüzlerce yayın organının katkısı ile, inançlı erkek çoğunluğunun kadına şiddet konusunu tırmandırmak yerine düşürmesi beklenmez miydi?

Siyasi açıdan bakıldığında da verilmiş sözler, yapıldığı söylenen çalışmalar en azından bir ümit ışığı yakmaz mıydı?

Demek ki siyasi yöntem de sosyal başarıyı getirmedi.

Şiddete başvurma oranlarında mikronluk bir düşüş bile sağlanabilmiş olsaydı, bu benim başımı ellerimin arasına alıp düşünmeme neden olacak bir dürtü olacaktı.

Oysa bırakın çözüme yaklaşmayı, korunaksız kadınlara tecavüz edenlerin sayıları her yıl çoğalıyor. Kadınlar sapır sapır intihar ediyor, öldürülüyor, dövülüyor..Şaka değil.

Bir tutam saç için meydan savaşı veren, şarap içilmiş bardakta su içmekten korkan, lokmasına haram etinin kokusunu bile yaklaştırmayan bunca saygılı Müslüman Türk erkeği, camide dua için açtığı eli, evde karısına kızına indirirken, nasıl oluyor da Allahın emrine karşı geliyor olmaktan zerrece korkmuyor? Peygamberinin öğretisini, kaale bile almayabiliyor ?

O halde; iktidar kurumlarının söyledikleri, örnekledikleri ve icra ettikleri bir şeylerde büyük bir yanlış var demektir. Bir şekilde yöntem geri tepmiştir.

Başka türlü nasıl izah edilir bilmiyorum. Ancak varsayabilirim :

Sanıldığı gibi halkın çoğunluğu Müslüman değildir, Müslüman taklidi yapmaktadır?

Din doğru anlatılmıyor, halk doğru eğitilmiyordur. En büyük bütçelerden birine sahip olan bakanlık
işlevsizdir, bunca din adamı kadrolarını hak etmiyordur.?


Din, sanıldığı gibi/kadar kadının değerini yüceltmiyor, eşit saymıyordur. Onu küçültüp, egemenliğini erkeğin
hükmüne veriyordur?.


AKP, seçim öncesi gücünden fevkalade yararlandığı kadınları, seçim sonrası değerlendirmeye almamış ve hiçbir kilit göreve getirmemiştir. Erkek kadroların, kadın sorunlarını anlaması, anlatabilmesi mümkün olamamıştır?

Sonuç olarak iktidar kurumları insanı insan yapan özelliklerin işlenmesini, insanın (kadının) yüceltilmesini ve dillerine doladıkları ahlaki değerlerin korunmasını becerememiştir.

Bu koşullarda, toplumun hala anlamayan – anlayamayan ve gelişmemekte ısrarlı erkekleri için çözüm ancak:

A.) Onları sürüler halinde psikolojik tedavi altına almak olabilir. Hükümet toplu sünnetlerin yanısıra toplu terapileri de devreye sokabilir.

B.) Şiddet uygulayan erkeklerin tamamının erkeklikleriyle ilgili sorunları olduğundan, Haydar Dümen’in bilgi kitabı ücretsiz dağıtılabilir.

C.) Tecavüzcülerin tecavüz ettikleri kadınla evlendirilmek suretiyle başka kadınlara tecavüz etmeleri önlenebilir. Aile içindeki diğer kadınlara birer koruma verilir.

D.) Aynı yöntemle, hırsız da ev sahibiyle evlendirilerek, uçan malların aile içinde kalması sağlanır. Adalet de yerine gelmiş olur.

Remide Arsan

Çikolatalı Vişneli Muffin


Malzemeler:(28-30 tane)

4 tane yumurta
3 su bardağı un
2 su bardağı toz şeker
1 su bardağı yoğurt
Yarım su bardağı sıvıyağ
1 paket vanilya
1 paket kabartma tozu
1 paket damla çikolatanın 1/3 i(fazlası da konulabilir)
30-40 tane dondurulmuş vişne
28-30 tane muffin kağıdı veya muffin kalıbı


Yapılışı:

Yumurtalar ve toz şeker mikserle iyice çırpılır.
Üzerine yoğurt,sıvıyağ,vanilya eklenip tekrar çırpılır.
Un ve kabartma tozu ilave edilip tahta kaşıkla karıştırılır.
En son damla çikolatalar eklenir.
Kaşık yardımıyla muffin kapları yarılarına kadar hazırlanan malzemeyle doldurulur.
Üzerlerine 1 veya 2 tane vişne konur hafif bastırılır.
Önceden 180 derecede ısıtılmış fırında 20-25 dk pişirilir.
Kürdan yardımıyla pişip pişmediğini anlayabilirsin.Batırdığınızda kürdan temiz çıkıyorsa pişmiştir..
Ilık servis yapılır.

Afiyet olsun

Daisy

(Not : Daisy'nin bağlantısında bir sorun olduğundan bir süre tariflerini ben ekleyeceğim - Kuzin Abla)

Bir Kızıl Gonca'ya Benzer Hayat

Aylardır girilmeyen odanın kapısını açmak üzere elini uzattığında kalbi yerinden çıkmak üzereydi. Delikanlı dün öğleden sonra aramış ve Gonca’sının biricik kızının günlüğünü ödünç alıp alamayacağını sormuştu. Aslında ondan geriye kalanları öylesine hapsetmişti ki bu odaya hiç birinin dışarı çıkmasını istemiyordu. Kapıyı açtığında bilincinin reddettiği tüm anılar evin dört bir yanına saçılacak, Gonca’nın neşeli kahahaları yeniden evi dolduracak gibiydi. Tam 6 ay geçmişti üzerinden, altı asır gibi geçen altı ay…


Tanıyordu delikanlıyı birkaç kez Gonca’yı almak için kapıya geldiğinde tanışmışlardı. Gözlüklü, esmer, temiz yüzlü bir çocuktu. Telefonda sesi titriyordu konuşurken, ondan bir parçaya dokunmak istiyorum sadece, yaşadıklarımızın gerçek olduğuna inanmak istiyorum, geri getireceğim demişti yalvarırcasına. Doğru dürüst tanımadığı bu delikanlının acısını hisetmişti o da yüreğinde ama biricik kızının geriye kalanlarını vermeye de gönlü razı olmuyordu. 


Goncanın her gece yatmadan önce günlüğüne bir şeyler yazdığını biliyordu ama hiç okumamıştı yazılanları.. Kızının özeliydi onlar ve Goncası öylesine onundu ki zaten, yazdıklarında ondan gizli bir şeyler olamaz diye düşünüyordu. Ana kız arkadaş gibi olmuşlardı her zaman.. Ama dün o telefondan sonra içini garip bir kıskançlık kaplamıştı nedense.. Bu çocukla kendisine ait olmayan şeyler paylaşmıştı Gonca.. Saçmalıyorum biliyorum dedi kendine bütün gece, ama yine de sabaha kadar gözüne bir damla uyku girmedi ve sonunda günlüğü delikanlıya vermeye karar verdi. Akşamüstü uğrayacağını söylemişti çocuk ve günlüğü alabilirse çok mutlu olacağını..
Onu kaybettikten sonra bir ya da ikiden fazla girmemişti kızının odasına.. Her hafta gelen temizlikçi sadece tozları alıyor ve hiç bir şeyin yerini değiştirmemesi için sıkı sıkı tembihleniyordu. 


Kapının kolu her zamankinden daha soğuktu sanki, sanki ölüm bütün odayı doldurmuş gibi geldi bir an ve irkildi.. Çalan telefonun sesi ile o kadar çok korkmuştu ki, az kalsın düşecekti yeniden salona dönerken. Arayan kız kardeşi idi. Yarın için ona geleceğini söylüyor ve biraz dışarı çıkıp dolaşmaktan bahsediyordu. Kısa konuşup kapattı telefonu ve yeniden odanın kapısına yöneldi. Bu kez duraksamdan açtı kapıyı ve içeri bir adım attı. Çok düzenli bir odaydı kızı hayattayken asla olmadığı kadar düzenli.. Her zaman giysilerini etrafa dağıtır kitaplarını sanki düşmemek için zor duruyorlarmışçasına üst üste dizerdi kütüphanenin üzerine. 


Günlüğü hiç okumamış olsa da yerini biliyordu. Pembe yatak örtüsüne dokundu yavaşça ve yatağın üzerine oturup, hemen başucundaki komidinin çekmecesini açtı. Kapağında bir çift beyaz gülün olduğu defter Gonca’nın bıraktığı gibi duruyordu. Odanın genel tozunu alan temizlikçide dahil kimse çekmeceleri açıp bakmaya cesaret etmemişti o günden beri..


Defteri yavaşça eline alırken halının üzerine düşen fotoğrafa takıldı gözü. Gonca ve delikanlının bir fotoğrafıydı bu, gözlerinden mutluluk okunuyordu oğlan hafifçe omzuna yaslanmıştı Gonca’nın.. Eğilip resmi yerden aldı ve kızının üzerindeki mavi kazağı almaya gittikleri günü hatırladı. Doğum günüydü kendi beğendiği bir hediyesi olması için birlikte çarşıya çıkmışlardı. Bütün gün dolaşıp durduktan sonra Gonca bu mavi kazağı çok beğendiğini söylemiş annesinin beğendiği bir diğerine aldırmadan kazağı alıp kasaya yürümüştü bile. Kafasını koyduğunu yapardı Gonca, her zaman inatçı bir çocuk olmuştu zaten. Bebekken bile asla ona söyleneni dinlemez, kendi istediğinin olması için avazı çıktığı kadar bağırırdı.


Günlüğün rastgele bir sayfasını açtı sayfanın kenarına bir çiçek çizilmişti. Belli ki mutlu olduğu bir gün yazmıştı bunları. Yazı çok değil yarım sayfadan biraz uzundu. Okumak istedi ama gözlerinde biriken yaşlarla boğazına düğümlenen yumruk öylesine ağır geldi ki birden, elinde günlükle yatağın kenarından kalkıp odadan çıktı. Günlüğü delikanlı geldiğinden verilmek üzere vestiyere bıraktı ve yemek hazırlamak üzere mutfağa yöneldi. Hala hayatta olan ve ondan destek bekleyen bir oğlu ve kocası vardı.


“13 Aralık 2005
Bir şeyin yerine yenisini koymak gibi mi bilmiyorum. Hiç bir şeyin dolduramayacağı boşluklar var oysa içimde. Uzansalar sonunu bulamayacakları bir boşluk olurum demiştim bir keresinde, doğruymuş. Bir şeyler yazmak istiyorum, biliyorum kalemden dökülecekler var kağıda yine. Ama beynimin içindeki bu sinsi ağrı bırakmıyor ki yazayım. Düşüncelerimde dolaşan bir çift göz olduğun sürece sensizikten bahsetmek isyan etmek olur biliyorum. Senli sensizliklere alışmaya çalışıyorum sanırım şimdi. Kalemimin ucundan önce sana ulaşıyor düşüncelerim. Belki yazmaya bile gerek yok bu yüzden. Belki sen sadece yazdıklarımı okuyarak tekrar ediyorsun. Birlikte mi somutlaştırıyoruz kelimeleri bilemiyorum. Bir düşünce denizinden sahile vuranlar mı yazdıklarım. Birbirinden bağımsız uçuşup duruyorlar kafamada, konacak bir dal bulamayan kuşlar misali. Belki bir ucundan yakalasam getireceğim gerisini ama, isteğime inat direniyorlar bu gece. 

Akması gerekenlerin zamanı değil belkide. Söyleyeceklerimin sırası gelmedi. Oysa biliyorum yazmam gerektiğini, o kendiliğinden gelenlere geçiş olmuyor bu gece, bırak ellerime sarılma gece, içimden gelenleri şiir şiir yazayım yazabildiğimce. Belli belirsiz bir sima var şimdi aklımda. Neden oldu diye sormuyorum, beklemeyi mi öğrendim bilmem. Yok bu gece olmayacak anladım.”

“30 Aralık 2005
Yeniden merhaba hayat, kimbilir kaçıncı perde olacak bu seninle birlikte açtığımız.Her defasında yenilenen hislerim ve büyüyen benliğimle sonsuzluğa yolculuğumuz devam ediyor yine kaldığı yerden. Yüreğimin geride bıraktıkları daha dallarının arasından burasından sallanıp duruyor olsalarda, ruhuma bir ağırlıkları yok artık. Kendi ağırlıklarınca taşıyabilirler ancak ve ne kadar dayanabilirlerse bırak sallansınlar. Düşecekler nasılsa..


Yine yelken açıyoruz yeni maceralara, eskilerin hesaplarını kapattık çoktan, Ne bir borç, ne takas edilecek bir şey kalmadı geriye. Giderek hafifleyen yüklerimizle artık eskisinden daha hızlı devam edebiliriz yola.

Bırak üstümden başımdan sarkan eski düşleri, dikenli yollardan geçeceğiz yine bir yerlerde takılıp onlarda düşer nasılsa. Ne dönüp toplamak istiyorum onları, ne de tekrarlamak. Önümde yepyeni bir yol var artık. Gizlediğin her ödül için hazırım yine, düşe kalka da olsa birlikte geldik buralara, şimdiye kadar hiç kalkamadığım olmadı düştüğüm karanlıklardan. Bundan sonra da korkmuyorum bu yollardan artık. Öğrendiklerim ve öğreneceklerimle büyümeye devam edeceğim seninle bu yolculukta.”


“25 Ocak 2006
Beklemeye hazırlandığımda, hızlanıyor hayat, sabrımın tükendiğinde ise yavaşlıyor. Bazen ruhum bedenime, bedenim ruhuma yetişemiyor bu yüzden. Olmayacakların olmasına sevinirken, düş kırıklıklarının en büyüğü ile karşılıyor beni hayat. Hiç beklemediklerimin ağırlığını taşıyamıyor ruhum işte o zaman.

Hayallere dalmak istediğimde günlük koşturmalar bitmez oluyor da, başım yastığa değdiği zaman kuracaklarım uykuya yenik düşüyor. Yüreğimin rüzgarına kapılıyor beynim, kendini unutuyorki tam bir tokat gibi gerçek duvarına çarpıp yüreğimi küstürüyor.”


Saat gece yarısına varmak üzereydi, delikanlı öğlen arayıp bu gün uğrayamayacağını ama yarın akşam üstü mutlaka geleceğini söylüyordu. Günlüğü alabileceğine öyle sevinmişti ki kendini tutamayıp telefonda ağlamıştı. Akşam yemeğinden sonra oğlu bilgisayarının başına, kocası da televizyonun karşısına geçince, vestiyerde duran günlüğe uzanmıştı eli bilinçsizce, oturma odasına geçip her zaman kitap okuduğu koltuğuna oturdu ve rastgele bir sayfa açıp okumaya başladı. “...gerçek duvarına çarpıp yüreğimi küstürüyor” demişti kızı, içini acıtmıştı bu söz.. Çarpmak.. ve hayata veda etmek. Devam edip edemeyeceğini düşündü bir süre henüz başlamıştı oysa okumaya, kızının gülen yüzü geldi gözünün önüne ve yeniden açtı günlüğü kaldığı yerden devam etti okumaya.


“Ellerimin uzanmak istediği yerlere yetki vermiyor hayat henüz. Zamanı gelmeden yaşamak istediklerim, kavanoza kapatılmış ateş böcekleri gibi çırpınıyor içimde, tam çıkışı bulacakken vurduğu dubarlardan yorgun düşüyor çaresizce.

Yüreğimin sorduğu soruların cevabı olsaydı beynimde belki gözlerim kapandığında hayallerime uzanabilirdi ellerim. Yıktığımı sandığım duvarların yeniden örülmesine dayanamıyor ruhum, ağırlaşıyor öyle ağırlaşıyor ki bedenime yük geliyor artık. “


“28 Ocak 2006
Görünüşündeki sertlikle yüreğindeki yumuşaklığı örtbas etmeye çalışan birini tanıyorum. Saklanmaya çalıştığı camların arkasından öyle güzel bakıyor ki gözleri, umut vaadetmek geliyor içimden onun için. Beceriksice yapılmış jestlerini, kristal dükkanındaki bir fil sakarlığıyla kırıp dökmese birde. Çoktan istediğini alacak benden amai gel gelgelelim bildiklerimizi bilmediğinden bocalıyor.


Tam saflığına kaptırmış kendimi yavaş adımlarla yaklaşmasını seyrederken birden bire değişen ruh halindeki dalgalara maruz kalıyor yüreğim ve her biri bir tokat gibi inen bu dalgalanmalarla savruluyorum hayal kırıklıklarına doğru. 

Fazla daha fazlasına ihtiyacım olduğunda egom öyle planlar yaptırıyor ki beynime olmayacak düşleri gerçek sanıp, sonra da küçük öfke patlamaları yaşamama sebep oluyor. Oysa ne o biliyor ne hissettiğimi, ne de ne hisettiğini bildiğimi. Ne prangalarımı gevşetmek üzere olduğumu, ne de sınırsız sınırlarımı biliyor. Sorsa söyleyebileceklerimi sormadan söyleyememenin sancısını taşıyorum bu yüzden. Oysa ne o cesaret edebilir onları sormaya, ne de ben sormadan söylemeye.


Başka hayatlara teslim edilmiş ruhlarımızı kurtarma çabamızın bile benzer yollardan geçtiğini anlasa korkar belkide kimbilir. Esaretin sınırlarında dolaştığımı ve özgürlüğe bir adım kala kesişen yollarda yürüdüğümüzü bilse belkide ördüğü duvarların ardında kalmak istemez bile bilmiyorum.
Ne kadarını benim bile bilmediğim beynimde dolaşanlarla takılıp kalıyorum sadece. Anlamak mı anlatmak mı emin değilim istediğim. İşte tam zamanı dediğim anlar avuçlarımdan düşüp giderken. Hiç zamanı değilken vermeye çalıştıklarını reddetmek zorunda kalıyorum. 


Bazen elime yüzüme bulaşıyor hissettiklerim bu yüzden. Kendimi yokmuşum gibi hissetmeme neden oluyor. Oysa var olmanın her türlü kaygısını taşıyor yüreğim. Varolup da yok olmamaya çalışmanın çatışmaları bitmiyor hiç bir gün. Varolmak istediğim yerlerde olduğumu duymak istiyorum artık ama, bildiklerimi bilmeyenin ağzını bıçak açmıyor. Hep bir bekleme odasında çağrılmayı bekliyormuşum hissiyle yaşamak yoruyor bu yüzden beni.


İçeri girmeye hazır bir bekleyenle, içeri almayı çoktan göze almış bie evsahibi için daha ne engel olabilir ki açıklayamıyorum kendime.”


“1 Şubat 2006
İçimdeki her şeyi dışa vurabilseydim eğer gözlerindeki şaşkınlık ve korku ifadesini görmek isterdim. Bildiğim herşeyi bilseydin eğer belkide beklemezdin bu kadar gelmek için, belkide dönmemek üzere giderdin kim bilir?

Eninde ve sonundalar üzerine kafamdaki tüm kurgular. Bir benim bildiklerimi başkalarından saklayarak yaşamak benim gibi kendi bildiğini öğreterek, başkalarının bildiklerini öğrenerek büyüyen bir insan için oldukça zor bir durum. 


Şimdi bir hayatın içindeki acıyı hissediyorum yüreğimde, yapabileceklerimi bekletmek zorundayım, o başkasınınsa bundan haberi bile yok. Kıvranıyor ruhum onun ruhundaki yaraları sarıp sarmalamak için oysa, ne sesimle ne bir bakışımla bile izah edemeyecek pozisyondayım oysa. Hem bedeninden, hem ruhundan henüz uzakta durmak zorunda kaldığım bir hayatın acısını paylaşıyor yüreğim. 


Belki kimselere anlatamadığı, belki kimselere ağlayamadıklarını dinlemeye hazırım oysa ki. En ağırından biliyorum yaşadıkları, en zorundan.. Kendiyle savaşmasını bile izlemeye iznim yok oysa.. Ucundan bucağından yakalasam istediğini vereceğim oysa ona, keşke bilse.


Kendimin sırrını bile saklayamıyor demek ki bilincim bazen.. Söyleyemiyorsam öznesiz yazılar yazıp kendimi rahatlamaya çalışıyorum çünkü şu anda..Hayallerim yaşananların önünden gidiyor belki benim.. Meşhur kızılderili lafı vardır bilirsiniz “ Çok hızlı yaşıyoruz ruhlarımız arkada kalıyor”.. Oysa benim ruhum önden gidiyor ve bedenim geride kalıyor şimdi.. Bedenime geçirdiğim sözleri, ruhuma dinletmek zamanı şimdi benim için. 


Hisettiğim çok almak istediği bir şey için yeterli paraya sahip olduğunda dükkanın kapalı olduğunu anlayıp vitrinin önünde, o çok istediğine bir camın ardından bakan biri gibi şu anda.. Hisettiklerim tarif edemediğim zaman yoruyorlar beni, bu yüzden bir kelime kalıbına sığdırmak zorundayım üzgünüm.. Aslında sadece kendime yazıyorum bunları amacım paylaşmak değil. Hatta paylaşılacak en son şey belki şu an için.
Öyle ya da böyle kendimi bastırmak zorunda kalışımın dışavurumu bu yazı.. Söylemek istediklerimi haykırmamaya çalışmak, zamanı gelmeyenleri beklemeye uğraşmak. Oldum olası çok sabırlı olmamışımdır zaten.. Her şey hemen olsun bitsin isterim.. Tüketmek değil amacım oysa hayatımdaki güzellikleri ama nedense yüreğim bir ceviz kabugunun içinde sıkışıp olmasını istediğim her şey olana kadar bana işkence etmeye devam eder.. Belkide büyüttüğüm beklentilerim yüzünden sonunda istediğim olduğunda bir donukluk yaşıyorum. Hayal ettiğim sevincin yerinde bir boşluk oluyor.. Diyorum ya bedenim ruhuma yetişemiyor benim korkarım.. Yaşamadan, içimde yaşadıklarım yüzünden hayattan zevk alamaz oluyorum bazen.

Her neyse beklemeyi başarabiliyorum, benden götürüsü çok olsa bile, eninde sonundalar gerçekleşiyor nasılsa.. Bilinmezi beklemek zordur oysa ben bilineni bile beklemeye sabredemiyorum. Ne zor bazı insanların işi bu yüzden.. Bilmemen gerekenleri bilip de söyleyemeyenler ne yapıyor bilmiyorum. Kimler bu kişiler ne iş yaparları da söyleyemem şimdi size kusura bakmayın.. Bu gün söylememek zorundayım ve önce kendimi buna ikna etmem gerekiyor. İzlemek zorunda kaldığınız bir iç hesaplaşma sahneleniyor bu yazıda şimdi. 


Aslında en mahremde durmak şu an sizinki.. Konusunu bilmediğiniz bir filmi izliyor gibi olmalısınız bu yüzden. 


Bekleyeceğim ve göreceğim araya girecek zaman dilimini büyütmeyeceğim gözümde ve göz açıp kapayana kadar geçmesini dileyeceğim. Durabiliyor olanlara şaşırıyorum bu yüzden, niyetinin bu olmadığını bildiklerimin niyetlerini bu kadar kolay ve sabırla gizleyebilmelerini hayretle seyrediyorum. Asla olamadığım bir noktada duruyor onlar.”


“7 Şubat 2006
Yüksek sesle düşünmeye zorluyorken beni varlığın, yokluğunla susuturuyorsun yüreğimi. Çoktan düştün tuzaklarıma oysa biliyorum ama gelmemek icin direniyorsun. Nereye kadar soylesene...yarın daha az oburgun daha azını başaracağım ve sen sadece bekliyor olacaksin o zaman .. nereye kadar beklemeye elverecek yüreğin bilmiyorum ama madem beklemek istiyorsun o halde bekle ben seni tutmayayım. Bir uyanışa hazırlanıyorum sadece ama sen elimi tutup beni çekebilecekken bekliyorsun. Uyandırabilirdin oysa bilsen neler kacirisyorsun. Sen oyle istiyorsun madem o halde gec kalmişlıklarınla uğraşmakda sana kaliyor.“


“15 Şubat 2006
Söylenecekler bitmez bazen içimde, seslendirilen kelimelerin, seslendirilmeyenlerinden gün içinde başlayan anlatıların devamı gelir saatler sonra aklıma. Karşımda olmayanlarla konuşurum içimden, görüşmeler biteli çok zaman olsa da. Böyle zamanlarda akan düşünceleri dinleyicisizliğe inandırmak zor olur. “


21 Şubat 2006
Mucizelere inanırdım senden önce de, oldum olası içimde hissederdim varolduklarını ama nedense şahitliğim olmamıştı hiç birine. Yaşamın başlı başına bir mucize olduğunu anlamam için bu günlere gelmem gerekti demek.”


Kızının yaşadığı bu duygusal iniş çıkışlar derinden etkilemişti onu artık gözlerini yakmaya başlayan uykusuna rağmen okumaya devam etmek istiyordu, her şeyiyle kendisinin olduğunu sandığı kızının asla sahip olamadığı ve olamayacağı kendine ait bir duygu dünyası vardı. Şimdiye dek okuduğu sayfaların hiç birinde kendisine rastlayamamış olmanın hayal kırıklığını yaşadı bir süre.. Sonra hıçkırarak ağlarken buldu kendini, gözyaşları defterdeki yazıların üzerine damlamaya ve mürekkebi dağıtmaya başlamıştı. Birden günlüğü delikanlıya vereceğini hatırladı ve cebindeki mendili ile sayfaların üzerine bastırarak kurutmaya çalıştı. Kızına ait gözyaşları sanabilirdi bunları. Hoş sansa ne olurdu onuda bilmiyordu ama yinede kızının gözyaşları ile değil gülümsenerek hatırlanmasını tercih ederdi belkide.. İlk defa Gonca’nın kendi başına bağımsız bir insan olduğu gerçeğiyle yüzleşmişti bu kadar. Annesi olmanın verdiği haklarının ötesinde o da her insan gibi umutları olan, özgürlüğüne düşkün bir genç kızdı. Bunu şimdi anlamak elime ne geçirebilir ki diye düşünüp hıçkırmaya başladı ve sonunda günlüğü kapatıp vestiyere bıraktı yeniden. Hayır kimsenin özelini okumamalıydı belkide izni olmadan bu kızı bile olsa.
Ertesi gün önce kız kardeşi geldi. Ona dışarı çıkmak yerine evde oturmayı tercih edeceğini söyle

di ve bir kaç saat sonra da delikanlı geldi günlüğü almaya. Ama ona “Bunlar Gonca’nın özel dünyasına ait notlar ve onun izni olmadan senin okumana izin veremem. O da yaşasaydı böyle düşünürdü” dedi. Delikanlı ne diyeceğini bilemez halde kapıda kalakalmıştı. Özür dileyebildi ancak ve yavaşça merdivenlere doğru ilerleyip gözden kayboldu. 


İçeri girdiğinde kız kardeşi anlamaz gözlerle ona bakıyordu. Hiç bir açıklama yapmak istemiyordu. Gonca’nın bir arkadaşı sadece dedi ve boş bardakları alarak mutfağa yöneldi. Gözlerinden düşen iki damla yaşı kimsenin görmesini istemiyordu.

Misafir Yazar
Gülseren Kılınç

Kuşkuyla ve Güvensiz Yaşamak....

Söz vermek ve yerine getirmek ne kadar önemli bir durum insan hayatında. Hep bişeylerin olmasını bekleyerek geçirir mi ya da verilen sözlere inanmak saflık mı ? Babamın bir sözü gelir hep aklıma ''ya söz verme, ya da çok zor durumda olsan da verdiğin sözü tut''derdi ve ben bu verdiğim söze hep sadık kaldım. Böyle bir terbiyeyle büyümüş olan ben, hala etrafımda sözünü tutmayanları gördükce nasıl diyorum ya konuşulanları yok saymak,seni bekletmek, insan nasıl bir ruh halindedir ki verdiği sözü yok sayıp ''şu an çok meşgulum gelemeyeceğim ya da yapamayacağım der.

Bazen düşünüyorum, bu kadar doğrucu olmamak mı lazım  ? Bunları yazmamın sebebi etrafımda yaşadığım olaylar, olduğundan farklı görünmek , yalan söylemek ne kadar basit insanlar için ama bilinki gözden düşüyorsunuz.  İyi olmak o kadar zor ki bu toplumda, ister istemez sizi güncel hayatınızda şüpheci,kuşkucu olarak yaşayan bir ruh haline sokuyor.

Bazen diyorum "yeter, savaşma olduğu gibi kabul et", ama olmuyor işte..

Bazen diyorum ki babama, "neden bana bu kadar zorlanacağım durumların terbiyesini verdin?'' bıraksaydın bende kasmadan ,sözümün eri olmadan yalan söyleyebilen bir insan olsaydım,  belki benimde hayatım daha kolaylaşırdı.

Ama gene de çok teşekkür ederim, babacım nur içinde yat.

Yuvaya donus!?!

Döndük dolaştık ve yine geldik kürkçü dükkanına... Herşey aynı değil ama mümkün mü, bir nehirde aynı suda yıkanmak mümkün değilken? Bugüne kadar yapılanlar, katedilen yolların bazen anlamısız ve etkisiz görünmesi yolların değersizliğinden değil! Zaman zaman bizim o değerleri görememizden... bir açıdan baktığımızda perspektifin önüne bir hatıra, bir insan ya da bir hüzünlü bir duygunun geçmesinden kaynaklı geçici bir durum. Geçicek ya, yoksa nasıl ilerler ve yol alırdık?

Portland'a döndüğümde bir süre buraya ait olmadığım duygusuna kapıldım (merak edenlere: bu tam olarak 7 senedir sorunsuz olarak girip çıktığım ama vizemin değişmesi nedeniyle 11 saatlik yolculuk sonrası 3 saat bekletildiğim havalanından oldu). Sonra kalbimin onun için attığı ve beni anlayan yüreği gördüğümde burası benim yurdumdur dedim. Aslında onunda geçici olduğunu/olabileceğini onun bıraktığı boş odada bu yazıyı yazarken anladım.

Birşeyler değişirken verdiğim bu keskin tepkiler yabancı değil bana... biliyorumki zaman geçtikçe aslında yerinde ve gerekli değişimler olduğunu anlayacağım (hep böyle oldu). Umarım arayışım yolunda bir adım daha atar, dünyayı ve kendimi anlamaya yönelik çabalarıma bir yenisini daha katabilirim bu yeni başlayan süreçte.... Ben kendi arayışımı sürdürüyorum ve umuyorum ki dünyanın başka yerlerinde başka kadınlar kendilerine sunulan kabul görmüş yolların dışına çıkar ve arayışlarına benim gibi devam eder!

SADİST-ESARET-BAĞIMLILIK….

Çok kötü geliyor değimli ilk okunduğunda. Sevimsiz, can sıkcı, hatta gereksiz. Ama hayatımızın bir döneminde mutlaka böyle bir şey yaşadık, etrafımızda yaşandı yada bize yaşatıldı.

Bir kitaptan alıntı bir cümleyi paylaşmak istedim. 

“Sadist biri yalnızlık ve esaret duygusundan, başka birisini kendisinin ayrılmaz bir parçası haline getirerek kurtulmak ister...”

Kim bilir belki de yakınlarda bana yaşatılmak istenen ve benim reddettiğim bir olaydı. Tam olarak anlamamıştım yaşarken ama bu söz tam yerine oturdu…

Düşünün karşınızda biri var, kadın, erkek, çocuk hiç fark etmez. Nereye gitti, neler yaptı, kimlerle beraberdi, saat kaçta geldi, arabayla mı geldi, taksiye mi bindi, daha da kötüsü biri mi bıraktı onu eve…. Sorular yada zihindekiler bunlarla da kalmaz uzar gider. Peki ya bu düşüncelerin karşınızdakine hissettirdikleri. Onlar niyeyse hep göz ardı edilir. 

Sadist (belki biraz ağır olacak ama ben bu şekilde kullanmak istiyorum şu an) bu şekilde düşünür. Çünkü kendisine bağımlı yapmak ister karşıdakini, ki kendi eksikliklerini bu bağımlılıkla tamamlayabilsin. Çünkü eksik bir kişilik karşıdakine baskı yaparak onun üzerinden yükselmek ister ama bu mümkün değildir. Bunu anladığı zaman yine muhatabıyla ters düşer…

Hatta bu insanların ciddi bir terapiden geçmesi düşüncesindeyim.

Bu konuyu biraz daha yumuşatmak istiyorum şimdi. İlişkiler sırasında (kadın-erkek, ebeveyn-çocuk, yaşlı-genç) karşımızdakinde baskı yaratmadan, bize bağımlı olmadan gelişmesine izin vererek hareket edelim. Bağımlılık yaratan her ilişki bir süre sonra zedelenip yine bize acı olarak dönmekte. Bağımlı değil, bağlılık söz konusu olmalı ki paylaşımlar daha çok olsun. Yoksa ilişki bir yerde tıkanır ve biter.

Tamam söz, bundan sonra daha eğlenceli konularda yazacağım...

Su,Sabun,Temizlik


Okulların açılmasıyla birlikte malum biz velileri tatlı telaşlar sardı,yine eski rutinlerimize döndük.Sabah 06:45 te güne merhaba deyip,akşam 23:00 olmadan kafalarımızı yastıklara gömüyoruz.Haftasonu da dahil olmak üzere 24 saatin her bir salisesini doğru değerlendirmek mecburiyetinde olan ebeveynleriz,full-time işçiyiz,babayız,anneyiz,tamirciyiz,şöförüz...

Şu son kelimeyi yazarken takıldığımı farkettim değerli okurlar.Şöför...22 yıllık ehliyet sahibi ben,araba kullanmaktan yıllar boyu mümkün olduğunca kaçınan bir kulum.Yıllar yılı insanlara araba kullanmayı bu ülkede bir türlü sevemediğimi anlatamıyorum.Kadın sürücülerin trafikte çektiği zorluklar,kadınlara karşı gelişmiş ön yargılar,gün geçtikçe çoğalan nüfus ve trafikte çoğalan arabalar,dikkatsiz sürücüler...ve evet! bunların hiçbiri benim araba kullanmama bahane değil eğer mecbursam biliyorum,ama ben inatla arabamı garajda dinlendiriyorum,garibim yüzyıllık uykusunda,bense taksilerde...ve yine evet! taksi deyince...başlık konumuza geliyoruz yavaş yavaş.Hafta içi ve haftasonları oğlumun okuluna uğrama zorunluluğum var.Sevgili arabamı güzellik uykusundan uyandırmaya kıyamadığımdan,çağırıyorum taksici abileri oturduğum siteye mecburen:

-Alo, Ceyko taksi mi?
-Evet abla,buyur.
-Akasya sitesi üst kapıya bir taksi lütfen.
-Üst kapı mı abla?
-(yok,han kapısı, la hevle la hevle) evet üst kapı
-Tamam abla,hayırlı günler,hemen gönderiyorum,siz aşağı inmeden gelmiş olur.
-( yahu ben sana ne zaman gelecek mi dedim,çabuk gelsin mi dedim,biraz daha sohbet etsek ortak akrabalarımız da çıkacak o derece! )

Oğlumla her taksiye binişimizde sorgulayan gözlerine maruz kalıyorum.Ah be anne,neden şu taksilere bizi mecbur bırakıyorsun ki diyor biliyorum.Ama benim de inadım aklımdan önde gidiyor,kimselere pabuç bırakmıyorum,canım taksici abilerim benim ne olmuş yani?!!

Bugün sevgili okurlar, evet nihayet bugün artık pes ediyorum.Sabahtan beri 3 taksi değiştirdim ve üçünde de köyümün yağmurları,( ah keşke yağmur olsa) köyümün toprağı,tezeği,ahırı vari kokularla burnumu sıkarak seyahat ettim.Kokulara karşı duyarlıyımdır.Bu da insanüstü bir özellik mi bilemiyorum ama 1 km öteden güzel ya da çirkin her türlü kokuyu ayırt edebilirim.İyi ve leziz bir yemek ya da güzel ve kaliteli bir şarabı seçerken de burnum çok yardımcı olur varolsun.Nereden nereye geldim,affınıza mağruren, kaldığım yerden devam ediyorum; bir yandan kahkahalarını zor tutan oğlum,bir yandan burnunu kapatırken ağzından nefes alan,ağzından nefes alırken de pis kokudan nadide ciğerlerim zarar görecek diye endişelenen ben,pencereyi biraz açarmısınız deyince abla gribim ne olur kusura bakma diyen taksici kardeş,la hevle vela kuvvete inna binna aliyh-ül azim ler çekerek yol alıyoruz.

Eh be halkım! eh be yurdum insanı! Ne zaman öğreneceksin sen güzel kardeşim sabun kullanmayı,suda cıp cıp yapmayı,hijyenine dikkat etmeyi ha? Taksicilerden sonra bu konuda gümüş madalyayı uygun gordüğüm diğer meslek grubu da garson kardeşlerim.Yarabbim! yaresülallahım,sen beni koltuğunu kaldırmış servis tabaklarını toplayan kardeşlerimle karşılaştırma ne olur,ne olur!! Öğrenin artık vatandaşlar banyo yapmayı,tanışın bir suyla sabunla, bak nasıl seveceksiniz garanti veriyorum.Bıcı bıcıdan zarar gelmez ki a kuzum? Hadi kendin kendine kokmuyorsun da bizi hiç mi düşünmüyorsun? Hele bir de orucunu tutuyorsun,namazını kılıyorsun,abdest alıyorsun,her türlü kural kaideyi biliyorsun da,şu su ve sabuna da bir alıştırıversen kendini fena mı olur? Bak ''elini korkak alıştırma'' demiş büyüklerimiz,ha gayret cancağzım!

Diyeceğim o ki sevgili okur,inadımı 22 yıllık ailem kıramadı da,şu lavanta kokulu taksici abilerim kırmayı başardı sonunda.Tın tın giderim,mis gibi arabama binerim,açarım virgin radyomu,şarkılar söyleyerek yollara düşerim.Oğlum da,burnum da,ben de rahat bir nefes almış oluruz böylece.Tertemiz günler,geceler sizlerin olsun efendim.

KIYMALI BÖREK SENDROMU…

Öncelikle bu ilk yazım. Böyle bir konuyla başlanır mı yahu, demeyin ne olur. Ama yazmaya başlamak istiyorum. Nereden başlasam, konu ne olsa, şunu yazsam doğru olur mu, ciddi mi yazayım, esprili mi yazayım…. Derkeeennn bir türlü başlayamıyorum. Bende hayatımın önemli bir parçası olan kıymalı börekten (bildiğiniz börek bu, altında yatan başka bir neden yoktur) başlamaya karar verdim.


Mide sorunları olan bir aileden geliyorum. Dolayısıyla evimizde hep az yağlı, az tuzlu vs. sağlıklı yemekler pişerdi. Eh haliyle bu da bir süre sonra yemek karakteriniz haline geliyor. Kıymalı börek de, peynirliye oranla daha yağlı olduğu için, daha seyrek ve genellikle misafir geldiğinde (çabuk tüketildiği için) yapılan bir börek çeşidiydi…

Her neyse, ben bu karakterle 2 çocuk büyüttüm. Biri erkek, şu an 19 yaşında, biri kız, o da 7,5 yaşında… Bu 19’luk olan azıcık serpilip yemek yemenin tadına vardığında bana bir gün “sen bu kıymalı böreği hep misafir geldiğinde pişiriyorsun, hiç bize pişirmiyorsun” dedi. Haydaaa bir bozuldum ki anlatamam. Önce ciddi olarak ele aldım konuyu. Nasıl, nedir, nayır, nolamaz tarzında. Fakat baktım ki iş uzuyor (beklide yılların getirdiği bir alışkanlık da olabilir diyerekten) evde saha sık yapar oldum. Bu duruma alışan 19'luk, işi azıtıp börek yaptığım günlerde de “anne akşama misafir mi geliyor” demesin mi. Anladım ki olay börekten kaynaklanmıyor, olay beni kaşıma yolunda ilerliyor (erkek çocuklarının anneleriyle anlaşma yolu bu diyelim, bu konu uzun başka bir zaman değineceğim), ben de olayın eğlence tarafında yer almayı tercih ettim.


19’luk üniversiteyi kazanıp yaşadığımız şehirden ayrıldı. Yanımıza geldiğinde yada yurttaki arkadaşlarıyla yesin diye var gücümle daha sık kıymalı börek yapar oldum. Ancak atladığım küçük bir ayrıntı vardı. 7,5’luk (kızımJ) bu börek konusunu büyük bir hassasiyetle takip edermiş meğerse (haliyle serde kıskançlık yatıyor) ve böreğin 19’luk için özellikle yapıldığını kısa bir süre içerisinde çözmüş.


19’luk “misafire yapılıyor bu börek” derken, 7,5’luk bunu “abiye yapılıyor bu börek” şekline çevirmeyi başardı sağolsun.


Günlerden bir gün yine ben tepsi başındayım, hummalı bir biçimde misafire değil, oğluma börek yapmanın haklı gururunu yaşıyorum. Bir yandan da kızımla sohbet ediyorum. Bana özetle “bu börekten artarsa ne olur” diye sordu. Bende artan yemekleri küçük poşetlere koyup derin dondurucuya koyduğumuzu, ihtiyaç halinde ısıtıp yediğimizi falan anlattım. Bana ağlamaktan patlamadan önce söylediği son söz şu oldu “sen abime hep taze börek yapıyorsun, bana hep dondurucudan yediriyorsun….”


BOL KIYMALI BÖREKLİ GÜNLER DİLEĞİYLE……

Yağmur

Yağmurla birlikte çöküyor hüzün...Tek kişilik yalnızlığımda hayatın bana uygun gördüğü kendi başrolümün oyuncusuyum.Issızlığımda öylece oturuyorum ve yağmur bana eşlik ediyor.Çocukluğumu hatırlıyorum.Yıllardır hiç uğramadığım mahalleme,evime, anılarım yağmur olmuş yüreğime dönüyorum. Küçük bir kız çocuğu el sallıyor yağmur damlaları vururken cama uzaklardan...Bekleyişlerin en çok yağmurlu akşamlarda içimi sızlattığını hatırlıyorum.Babamı bekliyorum,annemi bekliyorum ve ben yalın haykırışlarla yalnızlığımı dindirmeyi ümit ediyorum tıpkı yağmurun dindirdiği,dirilttiği doğa gibi....

Olan,biten,bana dair ne varsa içimi dökmek istiyorum yağmura...Artık küçük bir kız çocuğu değilim...Yağmursuzluk en çok o kız çocuğunu özlediğim zamanlarda düşüyor aklıma.Ve ben o kız çocuğunu ne zaman kaybettiğimi anımsamaya çalışıyorum.Yağmur damlaları gibi düşmek istiyorum şehre,ve o küçük kızı özgür bırakmak istiyorum yüreğinin gittiği yere......

Yarına bırakılan sevgiler.....

İnsan hayatı ne kadar uzun görünse de, bazen zaman ayarlarını kaybedebiliyorsun. Bir de bakmışsın ki seneler su gibi akmış ve sen yaşlanmışsın.  "Bu muydu hayal ettiklerim yada yaşadıklarım?" diye düşünüyorsun. İster istemez, geriye bir bakıp "Eh !" diyorsun, iyi kötü arası orta bir hayat fakat, güzel dostluklar,arkadaşlıklar ve seni seven bir ailenin varlığı. Bu hayatta sahip olabileceğim en güzel hazine benim için  "insan sevgisi". Öğrendiğim en önemli duygulardan biri insanları hatalarıyla ve doğrularıyla kabul edip hiç bir statü farkı gütmeden sevebilmek çok güzel, ayrıca  bu dünya da yalnız ve sevgisiz kalmak en zor durumlardan biri olmalı.   Yaşlı insanlara dikkat edin gözünüzün içine bakarak konuşurlar, sanki hep benimle kal der gibi. Bir gün, biz de aynı şeyleri yaşayacağız. Ünlü şair Behçet Necatigil, bir şiirinde ne güzel anlatmış "sevgiyi kaçırdığımız zamanları".  Benim bu şiirin üstüne bir şey söylememde yersiz olur,

sevgi dolu hayatlar yaşamanız dileğiyle

fiona :)

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi... yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vaktiniz olmadı ...

Behçet Necatigil                                                                                                             

KAPTANIN SEYİR DEFTERİ

Kaptanın seyir defteri, uzay günlüğü 2011,

TÜR-2Y adını verdiğimiz gemimizle yaptığımız seyahatimizin neredeyse seksendokuzuncu yılındayız. Hala TÜR'ümüzü huzur içinde yaşatacak bir "dünya düzeni" sağlayamadık. Son onyıldır bu gemiye kaptanlık eden ben, zaman zaman aslında "gül" gibi geçinip gittiğim makamımdan gemideki tüm mürettabatla yeterince ilgilenemediğim hissine kapılıyorum. Geminin komutanı Tayi Ban Kenobi'nin üstün manevra yeteneği sayesinde gemimiz bugüne değin, tüm uzay tehlikelerini teğet geçme başarısı göstermiş olsa da, gemi mürettabatının mutsuzluğundan bahseden duyumlar kulağıma çalınııyor ara sıra.. Diğer gemilere seyahatlerimin yoğunluğu nedeniyle aldığım bu duyumların zamanında üzerine gidemiyor olsamda, yine de aklımda tutmaya çalışıyorum. Örneğin bir süre önce gemide dış sanal ortama baglantı ile ilgili konulan yasaklarla ilgili bir bilgi geldiğinde, çok şaşırmış ve bunun bize hiç de yakışmayan bir tavır olduğunu açıkça iletmiştim, gerçi ben fırsat bulup bu açıklamayı yapana kadar biraz geç olmuştu ama neyse. En azından kurmaylarımızdan Bull & Aringe gibi, verdiğim emirler sonucu yaşananlara hafıza kaybına uğramış gibi şoka girip göz yaşlarına boğulmuyorum. Bu ikisini her an bir köşede ağlarken bulabilirsiniz, duygusal insanlar.

Şimdi de bir kaç yıl önce düşen bir uzay aracından bahsettiler.. Aslında olayı hatırlıyorum elbette. Ne de olsa ben bu geminin kaptanıyım.. Gemisini yürütene kaptan denir biliyorsunuz. Çok şükür bugüne değin gemimizin yürümesinde, hatta koşarak parendeler atmasında bir sorunumuz olmadı. Daha öncede söylediğim gibi Tayi Ban Kenobi bu konuda çok başarılı bir komutandır. Hatta çoğu zaman güneydeki gemilerden kendisine danışmaya gelirler. Bir keresinde bir filo oluşturup başına da Tayi Ban Kenobi'yi koymayı bile önerdiler. Kendisi bir Uzay İmparatoru olarak anılıyor. Bir gün çocuklarının da kendi gibi olması için de yoğun bir çabası var. Daha şimdiden onlara TÜR-2Y'nin modeli küçük gemicikler satın aldı bile. Geleceğimiz güvence altında.

Neyse konumuza, yani, bana dönelim. Bu uzay aracı kazası, yakınlarda bir gezegene iniş sırasında yaşanmış ve aracın pilotu ve yolcularına bir süre ulaşılamadığından sanıyorum hayatlarını kaybetmişlerdi. Ancak o dönemde bendeniz yine çok mesgul olduğumdan konuya eğilememiştim. Üzerinden bunca yıl geçtikten sonra eğilebilme fırsatı bulmuş olmam da sanıyorum ne kadar yoğun bir kaptan olduğum konusunda aydınlatıcı olmuştur sizlere. Çünkü bazı gerçekler apmulun ışığı kadar aşikardır, kılavuza ihtiyaç duymaz. Mürettabattan birinin o yıllarda çekilmiş bir filmi ekrana yansıtması ile uzay aracının düştükten sonraki görüntülerini izleme fırsatı bulabildim. Çok şaşırdım ve üzüldüm gerçekten. Hava koşullarının muhalif göründüğü gezegen yüzeyinde öylece yatan enkazın etrafında pek çok insan dolanıyordu. Ancak içlerinden bir tanesi, belli ki kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyor. Gemiden bir şeyler sökmeye çalışıyordu. Kim olduğunu bilmediğim bu insanlar hakkında soru sormak o an içim aklıma gelmedi aslında ve yine bir yoğunlukta olduğum için soramayacağım. Bunlar kim orada ne arıyorlar haliyle bilmiyorum. Tayi Ban Kenobi biliyordur eminim. O yüzden içim rahat.
Bu gemide olanlar beni bazen şaşırtıyor gerçekten. Ben görüntülerdeki bu adamın ne yaptığını sorduğumda, mürettebatın onca yıl bu adamı hiç farketmediklerini görünce hepten şaşırdım. Bazen bu gemide ben olmasam daha neleri gözden kaçıracaklar ve ne hallere düşecekler merak ediyorum. Adam almış eline tornavidayı gemiyi söküyor ayol. Onca adam etrafında dolanıyor haberleri yok. Bizim müretabat görüntüyü üç yıl izlemiş onların hiç haberi yok. Bi bakın bakalım dedim bende. Konu haliyle yeniden gündeme geldi. Kimmiş bunlar, ne arıyorlarmış.

Neyse benim işlerime bakmam lazım, bir ara fırsat bulduğumda yine TÜR-2Y deki haberleri takip ederim. Bu arada kaçırdığım bir şey olursa, onları da Tayi Ban Kenonbi halleder nasılsa.

Şimdi gitmem lazım, çıkarın beni bu KAPTAN..

NİYETÇİ


Önünde duran bol köpüklü ve orta şekerli kahveden keyifle bir yudum daha alırken, karşıda seyreden balıkçı teknelerine, sahilde erkenden balık tutmaya gelmiş baba-oğula, çok sevdiği cafede sabahı mutlulukla karşılayan ve birbirleriyle sohbete dalan esnafa bakarak gülümsedi.İç sesini dinleyerek gelmişti bu sene bu sahil kasabasına.Aslında yıllardır hep geldiği ve çocukluğunun geçtiği yerdi bu kasaba.Ne izler bırakmıştı yüreğinde...Hesabı ödedi,ve kalktı.Canı kasabanın en eski ve en bilinen kalesine doğru yürümek istedi.Kale içinin yazları coşkuyla dolan kalabalığını,insan kahkahalarını,öpüşüp koklaşan genç çiftleri,ömürlerinin son baharında, elele, kale içinin deniz tarafında çay içmeye gelen yaşlı çiftleri hatırladı.O zamanlar herkes ve herşey güzeldi diye düşündü.Sonra genç bir kızın gözleriyle geçmişi andığını farkederek içindeki burukluğa rağmen oraya doğru yürümesi gerektiğini idrak etti. İçi acıyordu neden olduğunu bilmeden.Aslında farketmediği,geçmişiyle henüz yüzleşmediğiydi...Oraya gitmeli,hatırlamalı,belki de ağlamalı ve isyanlarını o kalede bırakıp dönmeliydi. Kale kasabanın tam ortasında tüm ihtişamıyla duruyordu.Bulunduğu mesafeden çok uzak değildi.Çantasından i-pod unu çıkardı ve en sevdiği parçayı dinlemeye koyuldu.Una Notte a Napoli diyordu şarkıcı...Napolinin o bohem ve eski havası,balkonlardan sarkan renkli çamaşırlar geldi aklına...Ne çok yer gezmişti ve hala da gezmek istediği yerler vardı.Hiçbir yere ait hissetmiyordu kendini ve bundan zevk alıyordu.Aidiyet duygusunu geliştirmiş olan mecburiyetleri olmasa, o bir gezgindi mesleği gereği aslında.Bedeni ve ruhu hep bir yerlerde seyahatteydi.Şarkı onu Napoliye götürmüş,kaleye nasıl yaklaştığını farkına varamamıştı...

Kalenin geçmişi Bizanslılara kadar uzanıyordu.Osmanlılar döneminde karşı adalardan gelebilecek isyanlara karşı kullanılmıştı.Osmanlı döneminde korsanlara karşı da bir karakol vazifesi yapmış olduğu için,adı Korsan Kalesi olarak da geçmekteydi.Yıllar sonra çevre düzenlemesi yapılmış ve geçmişten bugüne içindeki cafe ve restoranlarıyla yerli yabancı pek çok insana konukluk etmişti.
Kale kapısından içeri girdiğinde adımlarının hızlandığını farketti. Köşede Fethi babanın restoranını gördü, ve oğullarıyla kısa bir sohbete daldı.Fethi baba yıllar önce vefat etmişti.Kasabanın en güzel midye dolmalarını Fethi baba sunardı kendi elleriyle müşterilerine.Deniz mahsüllerinin lezzetini bir gelen bir daha unutmazdı.Öğleden sonra kendisine burada rakı-balık ziyafeti çekmeye karar verdi.Ama önce anılarıyla yüzleşecekti.

Kalenin merdivenlerinde kısa bir süre duraksadı.Nefes nefese kalmıştı.Orta yaşım mı böyle soluklanmama sebep olan,yoksa heyecan mı beni böyle duraksatan diye düşündü.Belki de buruk anılarıyla yüzleşmek üzere olmasıydı o kısa mesafeyi durduran... Ve... nihayet kalenin en yüksek noktasına ulaşmıştı.Surlardan küçük kasabanın muhteşem manzarası,komşu ada Samos tüm güzelliğiyle karşısındaydı.Birkaç adım geriledi.Sol tarafına,orada ağaçların arasına gizlenmiş çay bahçesine bakamıyordu....

Mert,Şan, ve Damlayla koşar adımlarla çıkmışlardı merdivenleri.Çay bahçesine biran evvel ulaşmak ve annelerinin çantalarından aşırdıkları kırmızı Marlboroları tüttürürüp buz gibi biralarını yudumlamak ve sohbet etmek istiyorlardı. -Heyyy Damla! ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden demiş şair,bu acelen ne kızım diye söylenmişti arkadaşına. -Hadi be! demişti arkadaşı...-Nutuk atmayı bırak,zamanımız kısıtlı zaten! İçtiği ilk sigaranın genzini yakan acı tadını buz gibi birasıyla nasıl giderdiğini hatırladı.Nasıl da büyüdüklerini ve rüştlerini ispatladıklarını sanıyorlardı o yaşlarda...Öyle ya, büyük adamlar gibi sigara tüttürüyorlar,onlar gibi kafa çekiyorlardı kendilerince.Henüz 17 yaşındalardı.Hayat hakkında hiçbir fikirleri yoktu ama heyecanları çoktu. Çay bahçesinden içeri girerken gözüne çarpmıştı o . NİYETÇİ......

Güvercinleri,saka kuşları ve tavşanlarıyla bir köşede duruyordu. Aslında gözü tezgahtaki hayvanlardan çok o tertemiz yüze takılmıştı.Uzun boylu,ela gözlü,temiz yüzlü delikanlı yaptığı işle hiçte bağdaşmıyordu.Birbirlerine utangaç bakışlar fırlatmışlardı.Çay bahçesinde arkadaşlarıyla otururken tüm cesaretini toplayarak yanına gitiğini hatırladı.

-Neden bu işi yapıyorsun sen?
-Neden böyle bir soru sorduğunuzu da ben anlamadım.Para kazanmanın helal olanı makbuldur.Yaptığım işte bir tuhaflık görmüyorum.Hem okul paramı çıkartıyorum, hem de insanlara umut dağıtıyorum.
-Bilmem..tatillerini tur rehberliği yaparak, daha eğitici işlerde çalışarak da geçirebilirdin.Çok manasız birşey bu yaptığın...
-Siz beni küçümsüyorsunuz küçük hanım.İstanbul Üniversitesinde Avrupa dillerinde okuyorum, emin olun kendimi yeterince geliştirmişliğim var ve hala da geliştirmeye çalışıyorum.Benimle senli-benli konuşma cesaretini nereden aldığınızı da anlayabilmiş değilim ayrıca.

Utanmıştı.Ve kendine kızmıştı.Hem saçma sapan bir iş yapıyordu bu delikanlı ona göre,hem de ukalalık taslıyordu kendisine.Başını öne eğmiş bunları düşünürken, niyetçinin kendisine yaklaştırdığı beyaz tavşan düşüncelerinden uzaklaştırdı onu.

-Hadi bakalım çektir birtane şu torbadan! Olmasını istediğin bir hayalin,bir dileğin varsa içinden dile.Belki Kuki biliyordur ne dilediğini.
-Kuki kim? Kafa mı buluyorsun sen benle! Zırva şeyler bunlar.Hadi sana kolay gelsin!

Arkadaşlarının yanına gittiğinde, kendi küstahlığından sadist bir zevk aldığını farketti.Böyle ukala insanlara hadleri bildirilmeliydi. Niyetçiymiş!! Aptalın biriydi işte. Damla ve diğerleri kendisiyle dalga geçerken, niyetçinin ona kaçamak bakışlar fırlattığını gördü.Kalbi neden hızla atıyordu ki? Neden yüzünü al basmıştı? Anlam veremiyordu ve içi daralmıştı.Kalkmak istediğini söyledi diğerlerine ve eve gitti.

Sonraki günler,niyetçi Serdarla büyük aşklarının başlangıcı olacaktı.Hiç kimseye bundan söz etmemeye karar verdi.Küçümsenmek istemiyordu.Prestij ve kalite o yaşlarda çok önemliydi. Kale artık eviydi.Kaledeki çay bahçeleri ise gizli mekanları. Serdarın kendisine tatil ilan ettiği günlerde gün batımını surlardan izlerler gelecekten bahsederlerdi. İlginç ve bir o kadar da duyarlı bir çocuktu Serdar.Ne kadar çok şey öğretmişti ona...Sonbaharda üniversite sınavlarına hazırlanacaktı. Serdar'dan cesaret alıyor, İstanbula gitme hayalleri kuruyordu. Tercüman olmak istiyordu.İstanbulun en iyi üniversitesinde konuyla ilgili eğitim almak ve sonra dünyaya açılmak istiyordu.O yaşlarda kafasına koymuştu gezgin olmayı,olabildiğince dış dünyalara açılabilmeyi,ve keşif duygusunu yaşamayı...

Zaman ne kadar da çabuk geçiyordu.Tatilin son günleri ikisine de garip bir hüzün çökmüştü. Son akşam doğum günüydü.18 yaşına basıyordu.Artık o rüştünü ispatlamış bir genç kız olacaktı.Ama bu bile onu mutlu kılamıyordu çünkü Serdarla aralarına mesafeler girecekti. Niyetçi tezgahına vardığında, hüznün çevrelediği ela gözler yüreğini deldi geçti.Sımsıkı kucakladı onu Serdar.

-Gözlerini kapat lütfen!
-Offf yapma bana bunu! Neden ki? Ne yapacaksın?
-Ya kızım rahat dur bir! Dediğimi yap işte.
-Peki...
-Tamam,şimdi açabilirsin.

Gözlerini açtığında Kukinin ağzından sallanan kalp kolyeyi gördü. Gözleri dolmuştu.Çerçevenin içinde Serdarın gülen gözleri ona bakıyordu. Parmaklarının bu hüzünlü hatıranın kendisine bıraktığı mirasta gezindiğini fark etti birden.Serdarın resmini okşadı.Gözlerinden gelen yaşlara hakim olamıyordu artık.

Tüm sene boyunca mektuplaşmışlardı.Mümkün olduğunca çok telefon açıyordu Serdar ona.Sınavla ilgili cesaret veriyor, kendisini iyi hissetmesine sebep oluyordu. Hatıra kutusunda Serdar'ın ona sınavlardan sonra açması için söz verdirttiği minik niyet kağıdına öylece bakıyor,Serdarı çok özlediği zamanlarda gidip onu açmamak için kendisini zor tutuyordu.Ama söz vermişti sevdiğine...sınavlardan sonra kağıdı okuyacaktı...

Nisan ayının ortalarında Serdardan haber kesildi.Artık ne mektup geliyor ne de telefon açıyordu.Sırra kadem basmıştı delikanlı.Öfkeleniyordu...Unuttu işte beni...diye düşünüyordu.Başka birini buldu ve unuttu.Zaten gözden uzak olan gönülden de ıraktır... Yine de gururu öfkesini yenmiş,bir kaç mektup göndermişti. Hiçbirine cevap alamamıştı. Üniversite sınavlarına buruk girdi.Herşeye rağmen Serdarın sözlerini hatırlayarak... -İstanbul'da birarada olacağız birtanem.Kazanacaksın biliyorum! Kazanmalıydı.Gidip Serdarı aramalıydı koca kentte...Serdar bir amaç olmuştu artık genç yüreğinde.Sınavı kazanamazsa,onu bulamayacağını hissediyordu.

Nihayet sınav sonuçları açıklanmıştı.Boğaziçi Üniversitesi Mütercim Tercümanlık bölümünü oldukça yüksek bir puanla tutturmuştu.Mutluydu,kendisiyle gurur duyuyordu.Eğer kendisini hala unutmamışsa,eğer bir sevgilisi yoksa tekrar görüştüklerinde Serdar da onunla gurur duyacaktı.Hatıra kutusuna hala bakmamıştı.Kasabada yeniden Serdarı göreceğini umut ediyor,kalede,gizli yerlerinde o niyet kağıdını onunla açmayı istiyordu.

O uğursuz ve kara cumartesiyi hatırladı.Yazlıktalardı.Vardıklarının hemen ertesi günü aceleyle fırlamıştı evden.Üniversitelerde kapanmıştı.Serdar da yaz harçlığını çıkarmak üzere tekrar kasabaya gelmiş olmalıydı, bu kadar kolay unutulmazdı aşkları...Belki de başka birşey olmuştu istemeden,irtibatları kesilmişti...Ama aşkları bitmezdi.Bitemezdi...

Avucunda sımsıkı tuttuğu niyet kağıdıyla kalenin en yüksek tepesine çıkmış,çay bahçesine ulaşmıştı.Serdar'ı gözleri aradı.Yoktu...Yüzü ağlamaklı çay bahçesini işleten Ufuk beyin ofisine yöneldi.

-Ufuk ağabey merhaba,nasılsınız?
-Aaa merhaba iyiyim canım,sen nasılsın? ne yaptın sınavı?
-Kazandım.İstediğim bölümü hem de.Sağolun. Ağabey...birşey soracaktım...
-Serdar'ı soracağını biliyorum Yeşim.Sana nasıl anlatacağımı,ne diyeceğimi bilemiyorum...
-Ne oldu? Beni unuttu o.Birisini buldu herhalde,hiç affetmeyeceğim onu!
-Yeşim....Serdar 2 ay önce bir trafik kazasında hayatını kaybetti.Pırıl pırıl bir delikanlıydı.Gelecek vaad ediyordu.Hepimiz çok üzgünüz,lütfen sen de metin ol.Onu hep iyi hatırla.Ne kadar şanslısın ki Serdarla harika bir aşk yaşadın.Lütfen bu tesellin olsun.

Dünya başına yıkılmıştı.Ufuk ağabeyin cümlelerini duymuyordu artık.Parmakları gevşemiş,avuçlarında sımsıkı tuttuğu niyet kağıdı yere düşmüştü.Eğildi, kağıdı yerden aldı ve açtı.

'' Tutamadığım ellerin, yağmurun olsun. Sarıpta doyamadığım tenin,baharın olsun. Öpemediğim gül tenin,kara toprakta bile suyum,ilacım olsun.... Seni hep seveceğim liselim....''

Aradan geçen 20 yıla rağmen hatıralar hala taptazeydi. Kale naif anıların şahidiydi ve tüm heybetiyle yerindeydi.Serdarın niyet kutusu,Kuki ve diğer hayvanlar belleğinde hala taptaze yerlerini muhafaza ediyorlardı. Son bir bakış fırlattı çay bahçesine,Serdar'ı ilk tanıdığı yere, ve Fethi baba'nın restoranına yöneldi.

-Uğur,bir 20 lik açsana bana!
-Olur abla, Yeni mi olsun?
-Evet,evet.Bir de beyaz peynir,kavun ve babanın o leziz midye dolmalarından isteyeceğim.
-Derhal abla, dur sana bir de sanat musikisi koyayım,efkarın katmerlensin!
-Efkar dağıtmaya geldik çocuk,katmerlemeye değil, hay seni deli..

Hayat herşeye rağmen devam ediyor,martılar, gökyüzünün serseri çocukları herşeye rağmen kanatlarını özgürce çırpıyorlardı.Hala sakladığı niyet kağıdı ve rakı kadehi elinde, ünlü bir şairin şiirinden bir dörtlüğü mırıldandı:

Şu akşamlar yordu beni
Yıldız,yıldız vurdu beni
Hatıralar sardı beni
BEN SENİ,HİÇ...UNUTMADIM....
 

Haberler