kimiz ki biz?

Bizler, aslında sizlerden biriyiz. Hepimiz kendi hayat hikayemizin kahramanlarıyız. Başrolde kalabilmek için elimizden geleni yapıyoruz ve yapmaya da devam edeceğiz. Hepimiz birer abanoz ağacıyız. Kökleri toprağa sımsıkı sarılmış, masmavi gökyüzüne dallarını uzatmış birer hayat ağacıyız. Bu hayat ağacı ormanında sizlerinde daima gökyüzüne uzanan şanslı ağaçlar olmanızı dileriz.

söz uçar, yazı kalır

Yeryüzündeki her ağacın bir hikayesi vardır. Bu blogda yer alan her abanozunda öyle.. Abanozlar kendi hayat hikayelerini yazarlar. Kök saldığımızı sandığımız bu güzel ormandan ayrılmadan önce, ruhumuzu verdiğimiz her bir abanoz ağacının anlatacak çok hikayesi olacak. Bizi takip etmeye devam edin.

ERKEK BEYNİ

Daha önceki yazım kadın beyni ile ilgiliydi. Eh malum bir de bu işin erkek tarafı var. “Kadın Beyni”nin yazarı Louann BRIZENDINE, olaya erkek tarafından bakarsak, nasıl iletişim sağlanacak, erkeklerin yaşadığı ya da hayata bakış açısının ne olacağını bizlere detaylı bir biçimde “Erkek Beyni” başlıklı kitabında anlatmış.

Erkek beyni sorun çözmeye odaklanmış olarak inşa ediliyor. Bilgiyi işleme ve duygusal sorunları çözmede kadın beyninden faklı beyin devrelerini kullanılıyor. Erkek beyni, eş ve çocukları koruma durumunda aniden devreye giriyor ve bu sistem, buluğ çağından itibaren sürekli devrede olan bir sistem.

Erkekler hep şu soruyu sorarlar; kadınlar ne ister? Aslında hepsi bunun en başından beri farkında. Gülcü, cesur ve bağımsız olmak onlar için temel neden. Ancak korku ve acıları zapt etme, hisleri saklama ve zorluklar karşısında güçlü olup özgüvenlerini kaybetmemek zorundalar ve bu baskıyla büyütülüyorlar. Aslında onların da sevgi ve ilgiden en az bizler kadar mutlu oldukları bir gerçek. Fakat bunları gösterdikleri takdirde diğer erkek ya da kadınlar tarafından “zayıf” olarak değerlendirilme korkuları da yok değil.

Testosteron, kasların büyümesine, motor becerilerinin gelişmesine ve itiş, kakış oyunlarına hazırlanmasına yarayan hormondur. Küçük erkek çocuklarının beyin yapıları hareket etmeye programlıdır. Kız çocuklar iletişim ve sosyallikle ilgilenirken, erkek çocuklar hareketle hayata devam ederler. Erkek ve kızlar farklı etkinliklerle ilgilenmektedirler. Kız çocuklara oranla, bir kere sinirlendiler mi sakinleşmeleri daha geç olmaktadır.

Erkek çocuklar göz teması yerine, hareket eden nesnelere odaklanırlar. Siz, “dur”, “yapma” demeden bir çocuk büyütebilen bir anne hayal edebiliyor musunuz? Açıkcası benim hayal dünyam bu kadar geniş değil. Genç erkek beyinleri cezalandırılma riskine karşı, istediklerini almaya yönelik olarak işliyor. Risk alabilme kapasiteleri, kız çocuklarına oranla çok yüksek.

Üç buçuk yaşından itibaren bir erkek çocuğuna en büyük hakaret, onu kız olarak nitelendirmek. Bu kavram onu çok daha fazla saldırgan hale getiriyor. Kız oyuncaklarıyla oynayan bir çocuğu, diğer erkek çocuklar oyunlarına almıyorlar. Kızlar resimlerinde çiçek, ev, bebek çizerlerken, erkek çocuklar uçak, araba vs çiziyorlar. Bu yaş ve birkaç sene sonrası içinde gaz çıkartmak, küfürlü konuşmak kendileri için inanılmaz eğlenceli geliyor. Hatta sonuçlarına katlanmak pahasına sınırları zorlamaktan çekinmiyorlar.

Yazarın bir de “alfa çocuk” tabiri var. Bunlar ebat olarak iri olan çocukların aksine, olaylar karşısında pes etmeyen çocuk tipleri. Her şeyi göze alabilen çocuklar. Yapılan testlerde bu çocukların testosteron seviyeleri diğerlerine oranla yüksek çıkmış. Küçük yaşlarda yapılan bu tespit, buluğ çağında da bunların testosteronlarının yüksek olacağının göstergesi oluyormuş. Bu çıkan sonuç da ilerdeki hiyerarşide (hiyerarşi kavramı erkek beyninde çok önemli bir kavram) alacağı yerin yüksek olacağının göstergesiymiş. Özetle çocuğumuz ne kadar yaramaz ve direnişçiyse ilerde yüksek mertebelerde bulunacak diye kendimizi ferahlatabiliriz sanıyorum. Çünkü erkek çocuklar içgüdüsel olarak, erkek hiyerarşisi içinde nasıl başarılı olacaklarını öğrenmek zorunda olduklarını bilerek yetişiyorlar. Yazar hareketli çocukların daha iyi öğrendiklerini savunuyor.

Kitapta ilgimi çeken bir örnek oldu. Bir matematik sorusunu nasıl cevapladıklarını erkek çocuklar kelime kullanmadan el kol hareketleriyle anlatıyorlar. Kızlar ise sözel olarak ifade ediyorlar. Ancak erkeklerin çözüme ulaşma hızı kızlardan daha önce oluyor. Sonrasında kızlara, kelime kullanmadan hareketlerle soruyu yanıtlama ve çözme şekli öğretiliyor ve bu çalışma sonucunda, kızlar da erkeklerin soruyu cevaplama hızına yetişiyorlar.

Gelelim ergen beynine…

İlk tespit erkek çocuktaki koku. Bunu ben kendim de yaşadım. Oğlum ergenliğe ilk adım attığı yıllarda, yaklaşık 8-9 ay kadar ne çamaşırlarından, ne de odasından o değişik kokuyu temizleyememiştim. Ne ter, ne başka bir şey. Yediği katkılı gıdalara bağlamıştım hep, odasına girmek istemiyordum. Çamaşırlarını üst üste yıkamama rağmen temiz kokusu gelmiyordu çamaşırlarından. Bu süreç bittiğinde, artık koku kendini, rutine bindirmişti, hepimizin rutin kokusundan bir farkı kalmamıştı. Ama gerçekten dayanılacak bir koku değildi. Testosteronlardaki hızlı yükselişin sebep olduğu bu koku, erkek çocuklarının ilgisini de başka bir yöne, dişi bedenine çeviriyormuş…

Bu evrede yazar, çocuğu başıboş bırakmadan serbest bırakmak adına hassas manevralar yapmamız gerektiğini söylüyor. Ergenlik döneminde çocuklar bilerek zorluk çıkartmıyorlar, bu sorun, beyinleri geleceği düşünebilmek için yeterli donanıma sahip olmadığından ortaya çıkıyor.

Bu yaştaki çocuklarımızın ders çalışmalarındaki sorun, hepimizin sorunu. Yazar beyne başlayan hormon saldırısı neticesinde, aslında çocukların derslerle ilgisi olduğunu, kötü notlarından endişe duyduğunu fakat hormonlar yüzünden ilgilerin başka yönlere kaydığını ve bununla baş etme yetenekleri henüz gelişmediği için de bu sorunun yaşandığını söylüyor.

Bu yaşlardaki diğer bir sorun ise, uyku. Erkeklerin uyku saatleri bu yaşlarda kaymaya başlıyor. Kızlardan yaklaşık 1 saat daha geç yatıyorlar ve geç kalkıyorlar. Hatta yazar okul saatlerinin 1 saat ileri alınması durumunda, başarıda artış bile olabileceğini söylüyor. Bu durum daha ileriki yıllarda da erkeklerin biz kadınlardan daha geç yatmalarını açıklıyor sanıyorum.

Erkekler arasında kızgın bir yüz ifadesi gücü elde tutmak için kullanılıyor. En yüksek testosteron seviyesinin sahibi, genellikle en kızgın yüz ifadesini yansıtanda gizliymiş. Kızgın bir yüz ifadesi gören bir erkekteki testosteron seviyesi artıyor ve saldırganlıkla ilgili beyin devreleri harekete geçiyormuş…

Bu dönemdeki bir diğer husus da ilgisizlik. Ama bu neden oluyor ona bakalım. Ergenler, tekrar eden sözcüklere, cümlelere ket vuruyor, yani duymazlıktan geliyorlar. Tam duymazlıktan gelme denemez aslında, beyinlerindeki değişimlerden dolayı tekrar eden sözcükleri duymuyorlar. Sanırım biz annelerin en sık yaşadığımız ve bizleri çok da kızdıran bir konu bu… Yaşadığım için biliyorum…

Ergenliğin düsturu “ser verip sır vememek”ten geçiyormuş. Neden benim erkek çocuğum okulda ya da dışarıda yaşadıklarını bana anlatmıyor diye üzülmemize gerek kalmadı artık. Onların beyni bu şekilde işliyor.

Bu yaş çocukların en önem verdiği şey ise dış görünüş ve itibar. Bunlara hiç önem vermiyor gibi görünseler de aslında olay tamamen tersi imiş. Onaylanmak kadar önem arz eden bir konu yokmuş.

Bir ergen için, eğer üstte olamayacaksa, aldırmıyor görünmek önemli imiş.

Bir de öfkeli görünmek, çoğu zaman aslında bir blöfmüş ve özelliklede bunu her erkek bilirmiş. Enteresan….

Her yeni nesilde gençlerin fikirlerini savunmak için ebeveynlerinin fikirlerini reddetmeleri gerekir. Ailelerinden özerklik hakkı isteyerek, “beni rahat bırakın ve kendi hayatımı yaşamama izin verin” diye bağırmaları normalmiş…

Ergen beynini idare eden iki sistem var. Özetle gaz ve fren pedalı diyelim. Gaz pedalı her türlü riski göze almasını sağlarken, fren pedalı bunların doğru olup olmayacağını ya da zararı hesaplayan bir diğer sistem. Bu fren sistemi gelişmesini yirmili yaşların başında tamamladığı için, ergenler gerekli yerlerde frene basamıyorlar. Bu devrede “ebeveyn kontrolü şart” diyor yazar.

Bir diğer ilgimi çeken konuda şu oldu: annelerin bedensel yakınlığı ve kokusunun ergene itici geldiği. Araştırmacılar bu durumun aynı soydan gelenlerinin üremesini engellemek amacıyla evrim süreci içinde geliştiğini söylüyorlar.

Yavaş yavaş ergenimiz büyüdü. Erkek beyin devreleri tam gaz çalışmaşta. Bu durumda erkekler ne yapıyorlar biliyor musunuz? Çekici ve arzulanabilir kızlarla yeni bir yaşama başlıyorlar…

Genç erkek beyni….

Erkekler doğurgan kadınlara odaklanıyorlar. Bu evrimsel bir süreç. Kum saati biçimli vücudun (iri göğüs, ince bel, düz karın ve dolgun kalça), tüm kültürlerdeki erkekler için çekici olduğu kanıtlanmış bir bulgu.

Biz kadınlar ilgi duyduğumuz bir erkekğe ilk dakikalarda vücut diliyle karşılık veriyormuşuz. Bakın neler yapıyormuşuz? Tesadüfmüş gibi görünen ama kasıtlı olan yürüyüşümüz, yüzümüzde göz göze gelebileceğimize dair bir umut ifadesi. Bir kere bakışlar karşılaştıktan hemen sonra çeneyi eğme, kaşları çok hafif yukarı kaldırarak gülümseme. Çok kısa bir süre sonra da kafamızı o kişiye doğru eğerek gülümsemesine karşılık verme ve birazcık arkaya doğru yaslanma. Bu bedenin “ilgiliyim ama ihtiyatlıyım da” ifadesiymiş. Erkek beyni de bu hareketleri doğru çözerse sorun yokmuş, bunlar insan beyninin derinliklerinde çok önceden programlanmış olan davranışlar oluyormuş… bu hareketler, flörtleşme işaretleri olarak tabir ediliyor.

Gelelim ses tonu konusuna. Yüksek ve gür sesli kadınlar ya da erkekler hep ilgi çekici olanlarmış. Ancak her iki cins de cinsellikte cırtlak ya da ince ses tonunu tercih ediyormuşuz. Bir de koku önemli. Eğer ilgilenilen kadın ya da erkeğin kokusu karşı tarafa kötü geliyorsa, bu bir birliktelik için tamamen olumsuz bir işaret saylıyor. Bir de tükürük var önem arz eden. İlk öpücükle birbirine iletilen tükürük acilen beyne sinyaller gönderiyor ve kişilerin karşılıklı sağlık durumları konusunda beyinden onaylama ya da aksi bilgi geliyormuş.

Erkekler için eşleşme oyununu kazanmak, DNA’sını ve genleri bir sonraki nesle aktarmak yani skor anlamına geliyor. Kadınlarda ise koruyuculuk ve tedarikçi olup olmaması önemli. Araştırmalar bunun kadının ekonomik özgürlüğü ya da eğitimiyle alakası olmadığını gösteriyor.

Dört erkekten üçü, kadınların kendileriyle birlikte olmalarını sağlamak için yalan söylüyor yada gerçeği çarpıtıyorlar. Söyledikleri ya da davranışları da aşağı yukarı aynı oluyor. Erkekler varlıkları, statüleri ve işle ya da sosyal hayatlarıyla ilgili bağlantılarını abartıyorlar. Üstelikte yapılan araştırmalarda, erkekler yalan söylerken kadınlardan daha rahatlar… Bu dikkat edilesi bir konu…

Erkek beynindeki şehvet merkezinin, erkekleri çekici kadınları fark etmeye ve görsel olarak ayrıntılarını almaya yönlendirdiği bir gerçek. Cinsellikle ilgili devrelerini çalıştıran birisini gördüklerinde, beyinleri hızla bu konu hakkında düşünce üretiyor, ancak çok geçmeden bu konu bitiyor ve unutuyorlar. Bu durum bir erkek için gün içerisinde birkaç kez yaşanabilen bir durum. Erkekler bunun neden büyük mesele haline geldiğini ve kadınların bu yüzden niçin kendilerini tehdit altında hissettiklerini bir türlü anlayamıyorlar…

Aşk ve şehvette uyumun devam etmesi için tek şart cinsellik….

Araştırmalar, ortalama olarak bir erkeğin hayatı boyunca on dört farklı partner istediğini doğrularken, kadınlarda bu oran bir ya da iki olarak kalmış. Erkek beyninin bir kadını cinsel olarak çekici ya da sönük bulması, saniyenin beşte biri kadar bir süreyi alıyor, buna da karar veren bel altı beyin oluyor…

Seksten sonra erkeklerin uyuma isteğini biz kadınlar çözebilmiş değiliz. İşte çözümü… hormonlarda yaşanan değişim erkekleri uyutup, uyuşturuyor, zira bu hormonlar beynin uyku merkezini tetikliyor. Kadınlardaki hormon ise sarılıp yatma ve konuşma isteğini artırıyor. Ne kadar zıt çalışan hormonlara sahibiz. Ancak bunları bilmek ilişkinin sağlığı açısından olmazsa olmazı…

Gelelim baba beynine…

İşte bu nokta erkeklerin yelkenleri suya indirdiği, koruma, kollama duygularının ön plana geçtiği, hatta seksin bile geri plana atıldığı bir konu.

Bana ilginç gelen bir konu da; çocuklarıyla ilgilenen babaların testosteron seviyelerinin, ilgisiz babalara oranla daha düşük olduğu. Ancak babalık davranışlarını farklı hormon seviyelerinin mi sağladığı, yoksa ilgili bir baba olmanın testosteron seviyesini mi düşürdüğü kesin olarak bilinemiyor.

Bebeğin beynindeki duygu ve iletişim merkezleri, anne ve babayla farklı iletişim kurmalarına neden oluyor. Ebeveynler bunu ancak bebek daha az uyumaya (daha fazla uyanık kalmaya) başladıklarında anlayabiliyorlar.

Babalar iletişimlerini anne aracılığıyla kurabiliyorlar. Anne bir kapı kilidi. Eğer anne, babanın çocuklarına erişimine izin verirse babalar devreye girebiliyorlar. Anneler babaları cesaretlendirerek babanın işin içine girmesine izin verirse bu kilidi açıyorlar ya da eleştirerek kilitleyebiliyorlar. Bazı anneler var ki, babanın yerine dişi ebeveynlerin (kız kardeş, anne) çocuk için daha koruyucu ve kollayıcı olduğunu düşünüyorlar. Bu tip anneler babayla çocuğun iletişimine de sekte vurmuş oluyorlar. Oysa bir çocuğun babaya o kadar ihtiyacı var ki… Babayla geçirilen zaman, çocuğun özgüvenini artırıyor. Özellikle erkek çocuklar sataşarak, kavga, dövüşle bu gelişimi sağlıyorlar. Erkeklerin iletişim tarzının ruhunu bunlar oluşturuyor. Kızlarda ise durum farklı. Babalar kızlarının kendilerine verecekleri her role itirazsız uydukları için, kız çocukları için babalar bulunmaz bir oyun arkadaşı...

Gelelim disiplin konusuna. Bazı modern ebeveynlik stilleri rahat baba figürünü yüksek testosteronlu maço baba modeline göre daha iyi bir baba olmaya aday gösterse de, araştırmalar bunun tam tersinin doğru olduğunu söylüyor. İyi babalar saldırganca sakalaşabildikleri gibi saldırganca koruyucu da olabiliyorlar. Babaları sert olan çocuklar, (dayak yiyen çocuklar değil yalnız, özellikle vurgulanan bir konu bu) okul hayatlarında, babaları disiplinli olmayanlara göre daha yüksek not almışlar ve daha ileri aşamalara gelmişler. Disiplinci babaların erkek çocukları daha az davranışsal sorunlar gösterirken, kız çocuklar da daha az duygusal problem yaşamışlar.

Babalar, kızlarına yardım etmek için bir şey yaptıklarında kendilerini kızlarına daha yakın hissediyorlar. Onların sorunlarını çözerek, ister hayatlarındaki bozuklukları tamir ederek, isterse kırılan bebeğini onararak bağ kurarlar. Oğullarla ise yardım yoluyla bağ kurarlar. Ancak bu yardım genellikle oğulları daha güçlü yapmaya yöneliktir. Babalar, oğullarını hayata hazırlamayı kendi sorumlulukları olarak görürler.

Gelelim duygusal durumlara… hep şikayet ederiz, kocam ya da karım beni anlamıyor… yine olay beyinde bitiyor, devreler farklı çalışıyor. Bir kadın şikayetini ya da sıkıntısını dile getirdiğinde erkek, bu durumu 2-3 sn gibi kısa bir süre içerisinde algılıyor. Ancak beyindeki devreler kadınlarınkilerden farklı çalıştığı için doğrudan soruna çözüm aramaya odaklanıyor. Oysa biz kadınlar öyle miyiz ya? Bir kadın arkadaşım bana bir sorununu anlattığında hemen olayı içselleştirip, sanki o olayı ben yaşıyormuşum gibi onunla birlikte ağlamaya başlayabiliyorum. Oysa erkekler doğrudan çözüm bulmaya çalışıyorlar, bu devrelerin çalışma ritülelinden kaynaklanıyor. İçselleştirme onlarda yok… Erkekler kesin verileri hatırlarken, kadınlar verilerin yanında duyguları da hatırlıyorlar. Ancak bu çözüme odaklanma durumu kadınların beklentilerini karşılamadığı için öfke ve kızgınlığa sebep olabiliyor. “Beni hiç anlamıyorsun”a erkekler şaşırarak bakabiliyorlar. Bu konuya da dikkat etmek lazım….

Bir erkek partneri tarafından eleştirildiğinde beyni savunmaya geçiyor ve beyni öyle olmadığını söylüyor. Bu durumda erkek her türlü temastan kaçıyor. Eleştiri de dikkat edilmesi gereken bir konu…

Veeee olgun beyinler…

Sakin, huzurlu, hayatla daha barışık, duygulara daha önem veren, hiyererşi kavgasının azladığı bir dönem. Neden mi? Çünkü testosteron düşüşe geçiyor…

Kitapta olgun bir erkekle genç bir kadının (kızından sadece 6 yaş büyük) yaşadığı aşk örnek olarak verilmiş. Gerçekten okunmaya değer. Ancak burada bahsedilen olgun erkeklerin genç kadınlarla olan, eğlenmeye dayalı ilişkisi değil, yaşanılan ciddi bir aşk var ortada. Sakinleşen, içsel kavgaları azalan, daha nazik ve anlayışlı erkekler anlatılıyor bu bölümde.

Göz ardı edilmemesi gereken, erkeklerin andropoz döneminin kadınların menapoz döneminden farklı olduğu. Erkekler hayat boyu çocuk sahibi olabiliyorlar. Bu biz kadınlarda belli bir yaşta bitiyor (ben buna çok şükür demek istiyorum, çünkü zor bir iş bizimki).

Dede beyni ise en sevimli dönem. Çocuklar ve özellikle de torunlar için çok önemli bir dönem. Çünkü tamamen maddi ve manevi desteğin gerçekleştiği bir dönem, özellikle de torunlar açısındanJ

Biraz uzun bir özet oldu sankiJ Ama okunmasını tavsiye ediyorum… Kitaplar arasında git-geller yaşarken, biraz da nette araştırma yapınca erkek beyninin PC, kadın beyninin MAC olduğu yönünde bir yazı gördüm. Evet kadınlar daha karmaşık yapıya sahibiz. Erkekler daha açık ve netler. Naçizane fikrim, birlikte hareket edilerek sistemi güçlü kılmak. Tek tek çalışan bilgisayarlar yerine, cinsler arasındaki farkı anlamaya çalışarak, evlerimizde neden bir bilgisayar yönetim sistemi kurmayalım ki?

CANDAN AÇTIK CEHLE KARŞI BİR SAVAŞ

Öğretmenler gününde nedense ilkokul öğretmenimi hatırlarım önce, çok sevdiğimden değil aslında, ama sanırım beş yıllık bir beraberliğin izleri kolay silinmiyor insan hafızasından.. Kırk yaşıma geldiğimde yüksek sesle söyleyebiliyorum ilkokul öğretmenimi aslında hiç sevmediğimi.. Bunca yıldır belkide hiç edinmediğim sevgimden, saygım kalmış yine de geriye.. Yine bile içim sızlıyor bunu itiraf ederken, tıpkı çocukken İstiklal Marşı çaldığında ayağa kalkmamayı günah sandığımda hisettiğim gibi.. Günahı ne sanıyordum ondan da çok emin değilim oysa.. Ama saygımının sevgimin önüne geçtiği değerler edindirildiğim kesin..


Hani tartışılıp duruyoruz ya bu değerleri şimdilerde, olmalı mı olmamalı mı diye..

Andımız okunmalı mı, İstiklal Marşı söylenmeli mi, din mi elden gidiyor, biz mi elden gidiyoruz?
Mustafa Kemal aslında öyle değildi böyleydi.
Eğitim sistemi göçtü vs. vs.
Tamam bunların hepsi tartışılmalı belki, iyileştirilmeli kavram olarak, her keseye uygun hale getirilmeli belki, belki değil kimine göre..

Ama bu tartışmanın amacı var olan bir şeylerin daha iyi olması için çaba sarfetmek değil midir? Bu topraklarda yıllardır değer olarak saydığımız, bizi bir birimize bilinçsizde olsa kenetleyen pek çok değeri yok ediyoruz biz oysa. Doğruluklarını veya yanlışlıklarını tartışmıyoruz, revize de etmiyoruz, düpedüz yok ediyoruz hep birlikte. Sonra da birlikten beraberlikten söz ediyoruz, olması gerekenin neden olmadığından.

Kaçırdığımız nokta şu ki aslında bu değerler doğru veya yanlış bizi arada tutan değerler.. Beni bu ülkeye, bu ülkenin insanına, bu ülkenin sahip olduğu her şeye yürekten bağlayan değerler. Öğretilmiş olsalar da, üzerimde bir kısmı eğreti duruyor olsa da..

Bu yaşımda ilkokul öğretmenimi aslında hiç sevmediğimi itiraf edemeyecek kadar öğretmenlik mesleğine saygı duyuyorum ben hala.. Tartışmasız saygı duymam gerektiğini biliyorum. Ne ara bunu bana işlediler hiç bir fikrim yok, ama yerleştirilmiş bir duyguya sahibim. Hangimizin çocuğu böyle hissediyor öğretmenine karşı bu günlerde.. Hangimiz çocuğumuzun öğretmenine hissediyoruz şimdi böyle..? Cevap vereyim hiç birimiz.. İnsana saygımız var mı belki onu tartışmalıyız önce..

Elbette bu mesleğin layıkıyla yapılıp yapılamadığını, neler yapılabileceğini tartışmalıyız, elbette hataları uyarmalıyız. Ülkemizin geleceğini emanet ettiğimiz öğretmenlerimizden her zaman daha iyisini, daha fazlasını istemeliyiz. Önemli olan onu değerler listesinden düşürmeyecek düzeyde tartışarak iyileştirmek olmalı. Oysa biz ağzımıza sakız ettiğimiz her şeyin içini boşaltıyoruz bu günlerde.. Onları parçalıyor ve yok ediyoruz.. Yerlerine koyacak yenileri de yok üstelik elimizde.. Kendimize iyilik mi yapıyoruz sahi boyle...?

Tüm öğretmenlerin öğretmenler gününü içimde eksilmeyen o derin saygı ile kutluyorum..
24 Kasım 2010

Züccaciye dükkanına sıkışmış hayatlar

Kelimelerin içinde hapsolursun bazen....Anlatmak istersin ama tıkanırsın...
Söylemek,kendini ifade etmek istersin ama susakalırsın...
Dipsiz bir kuyudan taş çıkarmak ister gibi her seferinde çabalar ama yorgun düşersin...
Hayatını başkalarına teslim eder,sadece izlersin......
Duygularını öteler,kendi gölgenden korkarsın.....
Zamanla ustalaşır,maskenle gezmeye alışırsın....
Yarın yapacağım der,öteki güne bırakırsın....
Masallara inanmak ister,kendi masalını yaratırsın...
AMA....züccaciye dükkanına sıkışmış hayatın,bastırılmış duyguların,kendini hayata ifade edememenin med-cezirleri,boşluklara tutunmak isteyen kelimelerin gibi altını üstüne getirir hayatının....Oysa '' "Hakkın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?'' der Şems-i Tebrizi.... Sahi nereden biliyoruz? Değişimlerin ve yeniliklerin sıkışık hayatlarımıza bir renk getirmeyeceğini,yaşadığımız yenilgilerin,dibine vurduğumuz gündüz ve gecelerin bizleri yeniden üste çıkarmayağını?
Kimi zaman,karşındakileri kıracağın endişesiyle hep kontrollü adımlar atarsın....
Kimi zaman kendi hayatını unutup,başkalarının beklentilerine göre yaşarsın...
Kendini keşfetmeyi tamamen unutup,ipleri karşındakilere bırakırsın....
Hayatının iradesini,seni sen yapanları korkularına teslim ettiğin için,ne gerçek aşkı,ne sevgiyi tadarsın....
Ne dağların doruklarına çıkarsın,ne okyonusların dalgalarına kapılırsın...
Hep eksik,hep yarım yaşarsın....
Yaşanmışlıklarının,kontrollü kontrolsüzlüklerinin,ardında bıraktığı izleri yoketmeye çalışırsın...
Hayatın aradan çekilip,evrenin o muhteşem uyumunu hissetmene izin vermesi için yakarırsın...
OYSA...''Ne yöne gidersen git, -doğu, batı, kuzey ya da güney- çıktığın her yolculuğu
içine doğru bir seyahat olarak düşün!Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda
arzı dolaşır.'' der Şems-i Tebrizi....Sabretmek,durup beklemek değil, başına gelen herşeyde ileri görüşlü olabilmektir.Senden yepyeni bir sen oluşturabilmen adına, gökteki hilale,doğan güneşe iç huzuruyla merhaba diyebilmektir.Kendi içsel yolculuğundur,insanlarla ve hayatla arana giren mesafeler değil,düşüncelerin,empatinin,toleransın tanımıdır.Yolun sonunu bulana dek dolaşmaktır...
HAYDİ....! Züccaciye dükkanına giren bir fil gibi tedirgin,öfkeli ve kontrollü yasadığımız hayatları arkamızda bırakalım.Yarını,geride bıraktığımız eksik hayatlarımızın tamamlanacak ilk günü olarak varsayalım...Bizden yeni bir biz oluşturalım....Esas kirlilik dışarıdaki dünyada değil,
kirlenmesine izin verdiğimiz kalpte......Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş bir oyuncak.Öyleyse emanet hayatlarımızı züccaciye dükkanına kapatarak yaşamayalım....
Not: Bu yazıyı yazmamda ilham kaynağı olan sevgili dostum U.O ya teşekkür ederim:)

Sabahların anlamı....

Öğleden sonra yağmaya başladı kar Ankaraya dün.Ve garip bir heyecan sardı tüm yüreğimi.Sebepsiz ve nedensiz...Size de olur mu bilmem,zaman zaman durduk yere yüreğim pır pır eder benim.Anlam veremedim yıllarca neden olduğuna,şaşırdım hep.Kendimi daha iyi tanımladığım ikinci bahar döneminde,çözmeye başlıyorum olayı artık...Adı coşku.Adı hayatı sevmek...Olan biten herşeye rağmen,hayat devam ediyor.Her sabah yeniden doğuyor güneş,mutsuzluklara ve olumsuzluklara inat dans ediyor bulutlar gökyüzünde,güvercinler yine balkonumun pervazlarına konup ekmek kırıntılarını paylaşma kavgasına düşüyor,yine akşam oluyor,dolunay parlaklığını örtmeye çalışan bulutların arasından yine olağanüstü bir çabayla kendisini gösteriyor,gece ve insan yine birbiriyle kavga ediyor,hüzünleniyor,düşünüyor...Kimimiz sıcak yataklarımızda huzurlu,kimimiz dışarılarda kendini unutmaya çalışıyor, ve insanoğlunun hayatla mücadelesi hiç bitmeyecekmiş gibi,her sabah yeniden baslıyor....

Güne erken başlamayı sevenlerdenim ben.Sabaha mutlu bir ''günaydın'', sıcak bir kahveyle başlayanlardan hani. Gece kuşları, güne asık suratla başlayanlar,mutsuzlukla mutlu olan insanların aksine bu erken sabahlar bana hala nefes alabildiğim için şükretmeyi,hayat devam ettiği sürece bir umut olduğunu anımsatıyor.Söyleyecek çok fazla birşey yok aslında....kelimelerim yok,kendimi hayata ve insanlara ispat etme lüksüm yok,sabah oluyor ve ben kendimi ona teslim ediyorum....

Tek çocuk sendromumudur bu,bilemiyorum...Küçük bir kızken,annem ve babam sabah evden ayrıldıklarında içimi hüzünlü bir mutluluk kaplardı.Mutluluğun hüznü olur mu hiç demeyin.Oluyor.Yine ben ve sabah güneşi biraradayız derdim...Güneşe büyük bir çabayla,gözlerim acıyana dek,artık göremeyene dek bakardım...Küçük kız çocuğunun güneşi fethetme,orada birşeyler keşfetme çabasıydı bu....Karanlığı ise hiç sevmedim,sevemedim...Zaman zaman ellerimle gözlerimi sımsıkı kapatır, karanlığın ne olduğunu anlamaya çalışırdım.Gözlerimin dünyanın güzeliklerini,sabahların anlamını hiç bilemediğini varsayarak....Bunu yaptığımda sadece 10 yaşında olduğumu hatırlıyorum.Ve o yaştan beri gözlerim dünya güzelliklerini gördüğü için,mutlu sabahlara uyandığım için,hayatı sevdiğim için ne kadar şanslı olduğumu farkettim.....

Artık 10 yaşında değilim.Zaman zaman direncimin kırıldığı,kendimi mutsuz hissettiğim zamanlar olsa da,bunun kendimle alakalı olmadığını biliyorum.Kendi yarattığım dünya pembe benim.Dışarıdaki dünyanın tüm sevimsizliği,karanlığı ve kötülüklerine inat....Ve artık dünyamı kimsenin anlamasını sağlamaya çalışmıyorum. Beni anlayanlarla birlikte yolu yürüyorum.Yarı yolda hayatıma eşlik edip,anlamaya dinlemeye çalışmadan bırakıp giden insanlardan çok daha fazla bir kalabalık var yanımda....Hala birlikte yürüdüğümüz dostlar...Ruhunuzu emen,sizi çıkarları için kullanan,saygısız,iki yüzlü,gaddar ve acımasız insanlardan kendinizi arındırdığınızda tertemiz hissediyorsunuz.Tüm bunları keşfetmek için bu yaşa gelmek gerekiyormuş demek ki...

Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem ama, nefes alabilmenin,şükretmenin,bir sıcak kahveden keyif almanın,ruh vampirlerinden uzak durmanın,dost biriktirmenin,aile kavramının,insan olmanın mutlulukla kesinlikle bir ilgisi olmalı diyorum şaire ilaveten ben de....Ne olursanız,nerede olursanız olun güneşi ve günü keyifle karşılamayı,her gün kendinize ve sevdiklerinize günaydın demeyi,huzur ve inancın yaşamınıza katkılarını asla gözardı etmeyin. Unutmayın ki mutluluk beynin değil,ruhun fonksiyonudur.Nice mutlu sabahlara....:)

EVREKA!!

Malum kış trendi, havalar soğur soğumaz milletden geri kalmayalım diye, bugün oğlumla salya sümük hastayız evdeyiz.. Bir kış günü evde sakin sakin vakit geçirmek gerçekten keyifli oluyor.

Hastayız dedim ya, o yüzden temizlik, yemek, iş güç falan da yok, kanepeleri parselleyip bir film izledik önce, teknolojinin gözünü seveyim biraz alışveriş sitesi falan da dolaştım yattığım yerden çok güzel oldu. Her gün hayatımızdaki tüm kaos ve zamanla yarışa rağmen alışkankık haline getirdiğim gazetelere bakmamak için epeyce oyalandım aslına bakarsanız.

Hatta gündüz iş yerimden girme fırsatım olmayan Face Book u açtım sağa sola biraz laf yetiştirdim. Ama sonra arkadaşımın yazdığı ve bir süredir gündemi yolundan çıkarmaya çalışan bedelli askerlik hakkındaki aşağıdaki cümleleri okuyunca duramadım açtım gazeteyi..

"Bakan acikladi: kredi kartina bedelli askerlik... Komutan: nasilsin asker? Askerler: VADAAAAAA...."

Gazete de başbakanımızın çalışmaların sonuna gelindiği ve en geç önümüzdeki haftada açıklanacağını söylediğini okudum. Arkadaşımın yazdığı başlığı görünce epeyce güldüm aslında bu ülkede yaşanan ölüm haberi içeren olayların bir çoğuna güldüğüm gibi. Hani öyle Engin Ardıç'ın Atatürk diktatör değildir diyenlere güldüğünü söylediği yerimle değil, ağzımla.. Netekim herkes ağzı neredeyse orasıyla gülebiliyor, bu anlamda Sayın Ardıç'a da kızmamak lazım olduğunu da burada yeri gelmişken belirtmek isterim.

Huyum kurusun işimde dahil her konuda paranoya üreterek tüm ihtimalleri gözden geçirdiğim için, bir yandan gülüp, bir yandan gazeteye göz gezdirirken, öte yandan düşünmeye de devam ediyordum. Aslında bir kaç gündür aklımda gezinen şöyle bir soru vardı?

"Ülkenin içinde bulunduğu dönem göz önüne alınacak olursa, özetle ordunun yıpratıldığı ve bulunan her yöntemle bastırıldığı, ölümün kol gezdiği, terörün tabiri caiz ise "top yaptığı" ve bütün ortadoğu ülkelerinde sıcak iç savaştan doğan ateşin sınırötesine sıçrayan kıvılcımlar ürettiği düşünülerek, her zaman alıştığımız gibi gündem değiştirmek için kullanılan bedelli askerlik meselesine bu defa sadece gülüp geçmeli mi? yoksa bir çapanoğlu aramalı mıydı?"

E Türk'ün aklı belki evde hasta yatarken de gelebiliyor ve atalarımız bunu gözden kaçırmış olabilirlerdi. Bu bağlamda bence hazır vaktim de varken bir çapanoğlu aramakta sakınca görmemekteydim açıkçası.

Askerlik dediğimiz şey neydi.. "Vatan hizmeti".. Ne diyordu askerler "Her şey vatan için", şehit anaları ne diyordu "Vatan sağolsun" ben bu haberi hangi gazete de aramıştım "Gazete Vatan".. İpuçları beni doğrudan "vatan sevgisi" konusuna doğru götürmüştü. İyi de öte yandan benim de bir oğlum vardı. Ülkede ülan edilmese de bir doğal afet ve milli yas, ayrıca yine söylenmese de iç savaş tarzı bir durum vardı. Aslında bir de darbe olacaktı da neyse onun önünü aldılar, öbürleri hala duruyor..

Neyse konuyu dağıtmayalım, evet benim bir oğlum vardı, arkadaşlarımın da bir çoğunun erkek evladı vardı. Dünyada erkek nufusunda bir artış mı oluyordu ne? demiyeceğim elbette. Biz çocuklarımızı bu şartlar altında "en büyük asker bizim asker" nidaları içerisinde askere güle oynaya gonderir miydik? Yoksa arkadaşımın da söylediği gibi kredi kartına peşin fiyatına on taksit ile groupfoni indirimi kullanıp, turkcelliler yaşadı kampanyalarından faydalanıp, bir de üzerine word puanımızı ekleyerek bankalar önünde kuyruklar oluşturur muyduk?

Düşündüm karar veremedim bir anne olarak.. Kafam karıştı.. Hani şu Kahpe Bizans filmindeki gibi onu "asker yapmayın beni yapın" diye ortaya atlayıp , ağlasam ratinglerim yükselir miydi acaba? Ben bu vatana oğlumu değil kendimi feda etmek istiyorum, onsekiz yaşına gelince o da kendi kararını kendi versin diyeceğim ama gel gelelim o zaman da ben onsekiz yaşımdayken bunu yapar mıydım diye kendimi dönüp sormam gerekti. Kırk yaşımda buna vereceğim cevap "evet" aslında ama o yaşlara geri dönüp bunu kesinleştirmek biraz zor.

Sonra buradan nereye mi vardım? İkilemler.. Son donemde neredeyse ikilem yaşamadığım konu kalmamıştı gündeme dair. Gazete ve internet ortamında yayınlanan beyanların neredeyse çoğunun bir kısmına katılıyor bir kısmına katılmıyordum. Hiç ortası yoktu ya da tamamen katıldığım düşünce yapısı o kadar azdı ki.. Albert Camus'un yabancısı ben miydim acaba? Yoksa gazetelerin yalancısı mıydım?


Neyin bedeliydi sahi bu askerlik ücreti? Hem sonra bu toplanan paralar ne olacaktı, depremden mütevellit önceki hükümetlerin uygun gördüğü vergilerle GrahamBell'in bizlere armağan ettiği iletişimin bedeli ile yapılan duble yollardan sonra, triple yollar mı yapılacaktı ülkeye? Yoksa TSK nın cebine girecek de militarist bir yonetim arzusuyla darbe üzerine darbe yapmalarına mı yarayacaktı. İkinci alternatifi pek sanmıyorum zira orduda darbe yapacak üst düzey yetkili kalmadığından ve neyse parası vermiş içeride bir askerliğe bakıp çıkacak arkadaşlarla da darbe yapılamayacağı gün gibi ortadaydı.

Durun durum bu bedelli askerlik paraları ile belkide daha önce bahsi geçen ama ülkede konu konuyu açtıkça unutup gittiğimiz diğer şeylerden biri olan paralı sınır birlikleri mi kurulacaktı yoksa? Parayı veren düdüğü ay pardon sınırı çalacak mıydı ki?


Derken bir de baktım intertnet dünyasının siyasi videolarının en fazla hit alan kahramanı değerli Muammer İnce almış elinde 10 Kasım ve I. Abdülmecit'i anma törenleri davetiyelerini bas bas bağırıyordu. Niye 10 Kasım davetiyesi fotokopi imiş de Abdülmecit'inki süslüymüş. Yarın ki gazetelerde beklediğim göz yaşları içerisindeki açıklama "Efendim siz de takdir edersiniz ki, ulu önder Atatürk gösterişi sevmezdi" . Hadi buyrun, var mı itirazı olan, koskoca ihtişamlı bir Osmanlı Padişahının anma davetiyesi de elbette ihtişamlı olacaktı bu durumda, bunda yanlış anlayacak ne vardı?

PKK askerimi ve sonunda sivilleri kırıp geçirirken öfkeyle ağzdımdan Kürt kelimesi çıkmasın diye dikkat ediyordum çünkü hedefim bu ülke de yaşayan Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları değil BDP ve PKK'ydi doğrudan.. Bu ikimele düşenleri yanıltmak bu ikilemi kullananların ekmeğine yağ sürmek istemiyordum.

Van da yaşanan büyük deprem ve ardı arkası kesilmeyen artçılar sonrası enkaz altında, soğuktan donarak ölen yaşlı, gençi çocuk herkes için içim kan ağlarken bir yandan aman yardımlar PKK ya gidiyor dikkat edin uyarıları neticesinde ikilem yaşamadınız mı bir çoğunuz ve hala yaşamıyor musunuz? Önemli olan niyettir ben elimden geleni yapayım, kul bilmezse Allah bilir demediniz mi çoğunuz yardımlarınızı gönderirken? Ben dedim..

Sayın Egemen Bağış'ın bir yurt dışı üniversite gezisinin 10 Kasım saat dokuzu beş geçe Atam dolma bahçede saatine denk gelmesi sonucu, türban ve ergenekon meselelerinin Atatürkçü düşünce temeline dayandırmak suretiyle sarfettiği sözde Atatürk'ü öven cümleleri, eminim bir çoğunuzun kafasında soru işaretleri ve şaşkınlık yarattı. Atatürkçü düşünce huzur ve refah demektir dedi kendisi ayrıca, Atatürk düşüncesinin AK Parti yorumunu mu dinledik yoksa sabah mahmurluğu kafası mı karışıktı bilmiyorum.

Ardından Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir terörist cenazelerinde ön saflarda yer alırken birden bire depremde yaptığı yardım ve destekten dolayı TSK ya teşekkür etti. İş başka arkadaşlık başka diye mi düşündü bilmiyorum.

Gazetelerde son terörist ölümlerinin ardından cenaze evlerinin Türk bayrakları ile donatıldığı haberlerini gördük. Evladı terör örgütüne yem oldu diye aileler de PKK destekçisi değildi elbette ama o bayrakları gorene kadar kaçımız bunun farkına vardık. Sonra Feribotta etkisiz hale getirilen teröristin cenazesine katılan ve alkış tutan BDP milletvelikili Tunceli ve diğer tüm PKK ve BDP yandaşlarını terörist in annesinin cenaze evinden kovduğu haberini okuduk. Ne hisettiniz? Ne düşündünüz bilmek isterdim. Maçta gol atılınca hisettiğiniz o taşkın "Goool" çığlığını mı atmak istediniz - ben bir ara oyle hissettim-, yoksa acılı Anadolu anasının alnından öpmek mi istediniz. Peki bütün bu haberler olmasaydı, o teröristin bir ailesi olduğunu ve aslında terör örgütüne karşı bir vatansever olabileceklerini hiç düşünür müydünüz? Yoksa sanal ortamlarda bir çok insanın yaptığı gibi "En iyi Kürt, ölü Kürttür" temelli düşünce akımına mı kapılır giderdiniz? İkilemlerle dolu ülkem benim..

Bunu savunduğum için yani o terörsitin ailesinin de bir vatansever olabileceği gerçeğini göz önüne almanızı istediğim için ben terör örgütüne veya Kürt kökenli vatandaşlara sempati yaratmaya çalışmakla suçlanır mıyım dersiniz? Tıpkı Kur'anı övdüğümde yobaz, Atatürk'ü övdüğümde dinsiz sayılabildiğim gibi. Her şey bu kadar siyah beyaz mı bu ülkede? O zaman acilen bir KaraParti kurmak lazım AkPartinin karşısına ki, ak parti, kara parti bir an önce belli olsun biz bu ikilemlerde boğulmadan önce..

Tüm bunları düşünürken düşünürken gazetede gördüğüm şu haberle şimşekler çakıverdi beynimde..
Sayın Başbakanımız hani BDP nin PKK ültimatomu üzerine meclisten çekilse mi çekilmese mi tartışması yaşaması üzerine, "Çekilseler kaç yazar, çekilmeseler kaç yazar" ya da benzeri bir şey söylemiş ya.. İlkin şöyle düşündüm.. "Öyle tabe yeaa... Kimmiş ki onlar?", ardından şöyle düşündüm "Oğlum burası meclis değil mi? Kim var bu mecliste? Milletin vekilleri? E tamam da bunlar milletin değil teröristin vekili olmuşlar.. Mecliste ne işleri var gerçekten? Ama öte yandan bir başbakan milletin vekilleri için çekilse kaç yazar çekilmese kaç yazar der mi yaa? Derse bu nedemektir? Meclis beni bağlamaz mı demek? Al sana bir ikilem daha, dahası bir ironi..

Sonunda yıllardır o gündemden bu gündeme sekerken, daha bir tanesini düşünüp taşınmadan öbürüne kafa yormaktan sersemlememizin nedeninin bu hükümetin "sürekli gündem ve ikilem yaratma marifetiyle" olduğunu ve bu sersemliğimizin bizi eriştirdiği koyun mertebesi neticesinde de bu gün gelmiş olduğumuz durumun temel noktasını bir çırpıda çözüverdim. O halde "evreka" ..

Taa ki, yarın yeniden günlük kaos ve zaman yarışına girip, iki arada bir derede gazetede değişen gündemi takip edip kafamı kurcalayacak yeni bir konu bulana kadar elbette.. O yüzden unutmadan yazayım dedim..

Şimdi hastalığıma ve mırıldamama kaldığım yerden devam edebilirim.

Saygı ve sevgilerimle

KADIN BEYNİ

Şimdi… Hani biz burada kadın kadına yaşadıklarımızı, yaşayamadıklarımızı, içinde bulunduğumuz duyguları, çocuklarımızı, komşularımızı… vs. kısacası içimizi dökmek için buradayız. Bunları neden ve ne amaçla yapıyoruz? Ben bu konuya bilimsel bir açıklama getirmek için de bu paylaşımı yapmak istiyorumJ.

Tabi ki niyetim bu değil. Bir biliminsanı falan da değilim açıkcası. Sadece bir kitap okudum ve onu sizlerle paylaşmak istedim. Hepsi bu…

“Kadın Beyni”. Yazarı Louann BRIZENDINE. Nöropsikoloji profesörü olan bir kadının kaleminden çıkmış, biz kadınları derinlemesine inceleyen bir kitap.

Sadece kadınlar değil. Yeni doğmuş kız çocuklarından başlayarak, genç kızlık dönemi, yetişkin kadınlık, anne beyni ve olgunluk dönemini anlatan, kadın hayatını 5 bölüme ayıran bir çalışma.

Özünde yapılan davranışlar ve sebepleri çok güzel akıcı bir dille anlatılmış. Açıkcası kadınları anlamaktan şikayet eden erkeklere, şiddetle tavsiye ederim.

Erkek ve kadın beyninin farklılıkları anne karnından başlamakta. İlk 8 haftaya kadar her şey normal ve eşit. Fakat 8. hafta itibariyle kız çocuklarına saldırmaya başlayan muhteşem östrojen hormonu sayesinde bu farklılık (tabiî ki erkeklerde de testosteron saldırısı) oluşmaya başlıyor. İletişim konusunda ayırt edici bir özelliğe sahip olan bu hormon, erkeklerde (cenin durumundayken) testosteron vasıtasıyla yok ediliyor. Bu hormon bizlerin hayat boyu davranışlarımızı belirleyen önemli bir unsur.

Kızlar doğumları itibariyle iletişim, duyguları hissetme (altıncı his de diyebiliyoruz), mimikleri okuma, ses tonundan duyguları anlayabilme kapasitelerine bu hormon sayesinde sahip oluyorlar. Yapılan araştırmalar neticesinde 1 yaşındaki bir kız çocuğu, kendisinden yaşça büyük bir kişinin yüz ifadelerinden onun nasıl bir duygu durumu içinde olabileceğini kavrayıp, onu yaşının gereğine göre, teselli edebiliyor.

Esas hormon saldırısı ergenlik dönemiyle birlikte başlıyor… Kız çocuklarında östrojenin tavan yaptığı yaşlar 10-12 olarak verilmiş. Bu durumda kadınlar duygulara ve iletişime odaklanıyorlar. Arkadaşlarla buluşmak, saatlerce süren telefon konuşmaları, okul tuvaletinde bitmeyen sohbetler… vs. Hem de bu durumdan alınan zevk ciddi olarak çok fazla. Bende bir kız çocuğu sahibiyim ve durumla sıkça karşılaşacak gibi görünüyorum. Bunları anlamak ve ona göre davranmak gerçekten çok önemli.

Erkeklerin özgüveni başkalarından bağımsız olmayla açıklanırken, kadınların özgüveni kurulan yakın ilişkilerin sürdürülmesi, bunun kaybedilmemesi gerektiğiyle ilişkilendiriliyor.

Kızlar eğer doğru davranırlarsa, istediği karşılığı alabileceklerini düşünüyorlar. Bunun için de yüz ifadelerini okuma bilgisini kullanıyorlar. Yıllarca ifadesiz bir adamın yüzünden bir anlam çıkartıp ona kendini sevdirmeye çalışan kadınlar görmediniz mi hayatınızda? O kadar çok ki. Ama bir süre sonra istediğini alamayan kadın, kendisine daha fazla tepki ya da karşılık gösteren bir erkeğe gidiyor, bu da ayrı bir gerçek. Aynı şekilde yazar, babasından olumlu yüz ifadesi alamayan kız çocukları, kendilerini başka erkeklerin kollarına atarak teselli buluyorlar sonucunu çıkarıyor.

Ergenlik çağına gelen bir genç kızın davranışları da detaylı incelenmiş kitapta. Diyor ki; bir gece önce seni seviyorum diyen kızınız, ertesi gün senden nefret ediyorum diye bağırabilir. Burada başka hormonlarda devreye giriyor. Ama esas can alıcı nokta 4 haftalık, sağlıklı kadınların yaşadığı menstrual döngü. Bunun ilk 2 haftasında her şey yolunda, son iki haftası kabus (burada erkeklere acıyorum hakikaten anlaşılması zor, gitgelleri olan kişilikler sergiliyoruz ve maalesef bu her ay yaşanıyor). Tabi burada bahsettiğim kabus, uç noktalar. Bu konuda yaşanmış bir çok örnek var kitapta. Ama özetle ilk 2 hafta her şey normal giderken, son iki hafta (doğurganlık döneminin başladığı) diğer hormonlarla birleşen östrojen genç kızlarımızı çılgına çevirebiliyor, iletişim kurmada zorluk yaşanır hale getirebiliyor. Ama döngünün başına gelindiğinde sakin 2 haftalık süreç başlıyor. Bunlar hemen hepimizin kendinde ya da kızlarımızda yaşadığımız olaylar.

Bir cümleyi aynen yazmak istiyorum. “Çoğu kadın aylık döngülerinin 3. ve 4. haftasında öfkelendikleri durumlar için iki gün kuralını uygularlar. İki gün bekler ve hala aynı biçimde karşılık vermeyi düşünüp düşünmediğini kontrol eder.” Bu sanırım bizim kültürümüzdeki “10’a kadar say”a tekabül edebilir.

Kızlar erkekler gibi değil çatışma yaşamaktan kaçıyorlar. Onun yerine sağlam dedikodu yapıyorlarJ, tabi buradaki dedikodunun temeli iletişim. Kızların korkusu dışlanmak. Aslında bu erkeklerde de var ama kızlardaki biraz daha ağır basıyor. Çünkü kızlar ya da kadınlar bağlılık modunda yaratılıyorlar. Bu dışlanmanın gerçekleşmemesi için iletişimi sıkı tutmak zorundalar. Bu da konuşma kapasiteleriyle, iletişim yetenekleriyle doğrudan orantılı. Erkekler bu yaşlarda yalnız kalmayı, bilgisayar ya da top oynamayı seçerken kızların onlarla iletişim kurmak istemelerini algılayamıyorlar.

Bu yaşlarda kızları anlamak çok önemliymiş. İstenen sadece sabır ve kontrolü elden bırakmamak ve söylenen sözleri yapılan davranışları görmezden gelmek.

Gelelim biz yetişkin kadınlara….

Kadın beyni ilk çağlardan beri bir bağlanma bağlılık üzerine programlanmış. Kendini koruyabilecek, çocuklarına bakabilecek, çocuklarına gelebilecek zararlardan kendisini koruyabilecek bir erkek seçme üzerine programlanmış olan kadın beyni, çatışmadan kaçınır diyor yazar. Çatışma olduğunda ilişkiyi kaybedeceğimizden korkup, kaçınma mekanizmasını devreye soktuğumuzu söylüyor. Bura da anne olmuş, evinde çocuklarıyla haşır neşir olan, çocuklarının zarar görmemesi açısından, düzgün gitmeyen bir evliliğe susarak katlanan bir kadın hayal edin. Çok da zor değil aslında. Günümüzde çokça karşılaşıyoruz bu tip olaylarla. İlkel çağlardan beri bilinçaltımıza yerleşmiş, çocukları koruma içgüdüsüyle bu tip bir ilişki yıllar boyu çocuklara ve bağlılığa zarar vermemek adına sürdürülebiliyor. Ancak çocukların evden ayrılma zamanları geldiğinde, ki bu dönem kadının olgunluk beyni dönemine denk gelirse, erkekler ne olup bittiğini anlayamıyorlar. Çünkü kadın artık isyan bayrağını kaldırıyor ve kendim için varım, koruyacak kollayacak (küçük çocuklardan bahsediyor yazar) çocuğum olmadığı için hayatıma kendim için devam ediyorum deyip, yıllar süren evliliğini bitirme noktasına gelebiliyor.

Aslında genç kızlık döneminden çok fazla bir farkı yok. Yazarın tabiriyle, genç kızken kafamıza sokulan bir sürü uzatma kablosunu, bu dönemde hangi uçlarla birleştirebileceğimizi öğrenmiş oluyoruz (ben bu ifadeyi çok beğendim). Kadınlar gerçek dünyayı masal dünyasından ayırmayı erkeklerden daha çabuk öğreniyorlar. Ses tonu, bakışlar ve yüz ifadelerindeki duygusal nüansları okuma, kadınlar için, yetişkinlik döneminde iyice gelişmiş oluyor.

Eş seçmedeki kriterlerde çok güzel anlatılmış. Bilinçaltı ön planda bu konuda. Kadınlar kendilerini ve çocuklarını koruyup kollayacak erkek ararken, erkeklerde doğurgan kadın ararlarmış ve burada ince bir bel ve yuvarlak hatlar erkeklerde bilinç altında kabul gören bir konu imiş. Ama tabiî ki sadece bu fiziksel özellikler değil seçimi seçim yapan, bunların bilinçaltında yer alması bana ilginç geldi.

Yakışıklı erkeklerde bizim bilinçaltımızdaki seçimleri etkiliyor, tercihlerimiz bu yönde imiş. Ancak yazar bu konuda uyarıda bulunuyor. Yakışıklı erkeklerin aldatma oranları yüksekmiş. Aman dikkat…

Kadınlar üçüncü kişiye kızdıklarında öncelikle iletişimde bulundukları kişilerle paylaşma eğiliminde olurlar, diyor yazar. Kitabı okudukça “aaaaa evet gerçekten bende böyle yapıyorum” dedim. Kadın mıyım neyim anlamadım kiJ)))

Kadınlar erkeklerin yalanlarını, abartılarını bu yüz ifadelerini okuma ile çok rahatlıkla ayır edebiliyorlar. Partnerinin dışarıda bir ilişki yaşadığını ya da flört bile etse bunun hemen bizler tarafından anlaşılacağı konusunda yazar çok emin. Gerçekten de öyle olmuyor mu? Erkekler dikkat edin derim. Yaptığınız her adımdan heberimiz var. Nasıl mı? Biz ses tonu ve mimik okuma konusunda bizlere bahşedilen östrojene sahibiz!!! Sadece bu konuda değil bu hormon sayesinde kadınlar, potansiyel tehlikelere karşıda kendilerini hazırlayabiliyorlar. Erkekler bu konuda zayıflar. Ama sorun çözme konusunda kadınlara göre daha hızlılar. Bu da tartışılacak ayrı bir konu…

Bir de anne beyni var. Bu tamamen farklı, koruma ve kollamaya dayalı bir dönem. Burada erkekten destek alan kadın için süreç muhteşem ilerliyor. Anne olanlarımız biler, asla eskisi gibi olamayız. Yazar bu konuyada çok ince detaylarla değinmiş. Hamilelikle başlayan doğumla devam eden süreçte hormonların işleyişi ve bunların biz kadınlar üzerindeki etkileri inanılmaz. Bebeğiyle aşk yaşayıp, kocasını kızdıran kadın çokmuş meğerseJ))

Açıkcası bende hep şunu düşünmüşümdür. Bir kadın doğum yaptıktan sonra özelliklede erkek çocuk doğurduysa, kocalarına karşı 1-0 maç kazanmış gibi hareket ederler. Bu bir üstünlük vesilesi olur ve evlenirken ya da flört dönemlerinde yaşanılan o keyifli anlar unutulur, kocalara tabiri caiz ise kök söktürülür. Bunu yapan kadınlar var maalesef yaşamda. Detay bilgi için kitabı tavsiye ediyorum.

Gelelim olgun beyne….

Bence filmin koptuğu dönemJ. Biz kadınlar hep 40 yaşın farkından bahsederiz bir araya geldiğimizde. İşte neyi isteyip neyi istemediğimizi anladığımız, kendimizin farkına vardığımız bir dönemdir bu yaş. Aslında kadını kadın yapan östrojenin vücuttan yavaş yavaş çekilmeye başladığı ya da başlayacağı tarihler bunlar. Yani menapoz dönemi. Ama bu 40’lı yaşların hemen başında olmuyor tabiî ki. Bu bir süreç. Ortalama menapoz yaşı 51,5 olarak verilmiş. Ama ne olursa olsun, kişinin vücudu ön planda. Yani ortalamadan daha erken yaşta bu dönemle muhatap olan var, geç de… Bu kadının genleriyle de alakalı mutlaka. Hormon takviyesi gerekli mi değil mi? Hormon almalı mıyız, almamalı mıyız? Adetten kesilmeye başladığımızda mı, yoksa sonra mı almalıyız, konularına detaylı açıklamalar getirilmiş. Hepimizin yaşayacağı bir döneme ışık tutan yorumlar var.

Kitapta hoşuma giden bir nokta da özellikle kız çocuk yetiştiren anneler için. Kız çocukları genellikle annelerine benziyorlarmış. Açıkcası bizlerde bunu çok sık kullanırız, “gittikçe annene benziyorsun” sözü yaygındır. Bu meğerse bizim genlerimizle ve daha çok yetiştirilme tarzımızla alakalıymış. Bir kadın annesinden gördüğü eğitimi kızına aktarıyormuş. Dolayısıyla da anneden kıza geçen bir durum söz konusu. Ama dünyada milyarlarca anne adayı var. Doğal olarak da arada bozulmalar kırılmalar olabiliyor. Bunlarda aktarılarak gidiyor. Evinde, çocuklarına düşkün iyi bir anneanne düşünelim. Bu kişinin kızı çevresel faktörler yada genlerinden gelen farklılıklar nedeniyle tamamen farklı bir yapıda yetişebiliyor. Bu annenin çocuğunu eğer anneanne büyütürse iyi genler o kız çocuğu aracılığıyla bir sonraki nesile aktarılabiliyor. Ancak annesi yetiştirise işte kırılmalar orada başlıyor.

Kitapla ilgili kısa bir özet çıkartmaya çalıştım. Kitap okuyan bir insanım. Açıkcası uzun zamandır beni bu kadar etkileyen bir kitaba denk gelmemiştim. Çok faydalı ve kullanabileceğimiz bilgiler var.

İnternetten bir araştırma yapınca da aynı yazarın bir kitabını daha buldum. “Erkek Beyni” ve şu anda onu okuyorum. Bitirdiğimde buluşmak üzere…

MUTLU BAYRAMLAR

 

Haberler