kimiz ki biz?

Bizler, aslında sizlerden biriyiz. Hepimiz kendi hayat hikayemizin kahramanlarıyız. Başrolde kalabilmek için elimizden geleni yapıyoruz ve yapmaya da devam edeceğiz. Hepimiz birer abanoz ağacıyız. Kökleri toprağa sımsıkı sarılmış, masmavi gökyüzüne dallarını uzatmış birer hayat ağacıyız. Bu hayat ağacı ormanında sizlerinde daima gökyüzüne uzanan şanslı ağaçlar olmanızı dileriz.

söz uçar, yazı kalır

Yeryüzündeki her ağacın bir hikayesi vardır. Bu blogda yer alan her abanozunda öyle.. Abanozlar kendi hayat hikayelerini yazarlar. Kök saldığımızı sandığımız bu güzel ormandan ayrılmadan önce, ruhumuzu verdiğimiz her bir abanoz ağacının anlatacak çok hikayesi olacak. Bizi takip etmeye devam edin.

YAZI DİZİSİ : İMAM ÇIPLAK - 4

Öğrenilmiş çaresizlik, organizmanın davranışlarıyla olumsuz bir sonucu kontrol edemeyeceğini öğrenmesinden sonra, davranışlarıyla olumsuz sonucu ortadan kaldırabileceği durumlarda gereken çabayı gösterememesi olarak tanımlanır.”


İnsanın yapabileceği bazı şeyleri yapamayacağına inanması, bir işi yapmaya teşebbüs ederken cesaretinin kırılması, kişinin başarısız olmasına neden olur. Kendine güvenini yitirdiği için de gelecekte de o işi başaramaz.



Bir gün kurbağaların yarışı varmış. Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmışlar. Ve yarış başlamış. Gerçekte seyirciler arasında hiçbiri yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş. Sadece su sesler duyulabiliyormuş:


"Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!" Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş.


Seyirciler bağırıyorlarmış: "...Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!.." Sonunda, kurbağaların bir tanesi hariç, hepsinin ümitleri kırılmış ve bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş bu işi nasıl başardın diye. O anda farkına varmışlar ki kuleye çıkan kurbağa sağırmış!



Aslında tüm olumsuz koşullara ve baskılara rağmen birey olarak yapabileceğimiz bir şey olmasa bile toplu olarak hareket etmeyi başardığımızda pek çok şey yapabileceğimizi biliyor olmamıza rağmen yine de belkide hepimize çocukluğumuzdan beri öğretilmiş çaresizliklerimiz yüzünden çaba göstermek istemiyoruz.  Biz hala ezan okunurken şarkı söylemeyen ve büyüklerin yanında bacak bacak üzerine atmayan o nesiller olarak yaşamayı tercih ediyoruz.



Kendimden başkasına akıl öğretmek bu yazının amacını aşan bir durum olduğundan ben hikayeme devam ediyorum.

Ülkenin çehresi kontrol edilemez derecede değişme devam ediyordu. Atatürk ilkeleri ile varacağımızı düşündüğümüz muasır medeniyet seviyesi ne yazık ki hiç beklemediğimiz ya da oluşunu farkedemediğimiz bir şekilde yerle bir olmaya başlamıştı. Tüm bu değişim içerisinde Mustafa Kemal’in aslında nasıl yüce bir kişilik olduğunu anlatmak ve Atam neredesin serzenişleri artık ne yazık ki işe yaramıyor aksine, bugüne değin belki korkudan belki saygıdan susanlar bir bir seslerini yükselterek bastırdıkları tüm düşüncelerini açığa vuruyorlardı. Madem ki düşünce özgürlüğü savunuluyordu o halde bu onların en doğal hakkıydı. Bugüne kadar herkesin tek bir değeri var sandığımız dönemlerde savunduğumuz her şey ustaca manevralarla karşımıza dikiliyor ve yapılan her şey en azından dış görünüşünde meşru zeminlere oturtuluyordu. En fazla bir kaç gün söyleniyor ardından bir yenisi ile karşılaşınca onu bırakıp diğerine soylenmeye başlıyorduk.  Bize göre o kadar yanlış vardı ki ve biz inandığımız her şeyi o kadar Türkiye’nin doğrusu sanıyorduk ki, üst üste seçim sandıklarına gömülmemize rağmen yine de bu gerçeği hala kabullenemedik.



Ülkenin büyük bir çoğunluğu mevcut yönetimlerin uygulamalarından memnundu. Bu güne kadar Atatürk Türkiye’sinde yaşadığını sanan bizler andımızın, istiklal marşımızın birer dayatma olabileceğini ya da O’nun resimleri ve heykellerinin putlarla özdeşleştirilebileceğini hiç aklımıza getirmemiştik.



Biz getirmemiştik ama bu ülke bunlarla büyümüş ve yıllarca bu düşünceyi içinde saklayarak yetişmiş onbinlerle dolmuştu.  Elbette bunların hiç biri bir günde bu hale gelmemişti. Anladığım kadarıyla bizim gibi düşünenlerce de geleceği hiç akla gelmemişti.



Peki ama bunca zamandır bizim sahip olmakla gurur duyduğumuz ilke ve inkılaplar bizim gibi düşünmeyenlerce nasıl bu şekilde algılanmıştı ya da algılanması sağlanmıştı. Bunu anlayabilmek için onların tarafından bakmak gerekiyordu.

Çok uzak değil yakın geçmişe baktığımızda önümüzde seçim dönemleri dışında hatırlanmamış bir Anadolu vardı. Cumhuriyet sonrası edinilen değerler Köy Enstitülerinin tarihe karışmasıyla köylerden kasabalardan çoktan uzaklaşmıştı. Böylece biz büyük şehirlerde yaşayanlar değerlerimizin yaşamaya devam ettiği sanıp kendi çapımızda milliyetçi vatanseverler olmuşken, terör ve diğer imkansızlıklar sebebiyle hizmetin bile götürelemediği anadolunun doğu ve güney doğu kesimlerindeki insanlar zaten henüz yerleştirilmeye başlanmış Cumhuriyet değerlerini enstitülerin de kapatılmasıyla bilmez duruma gelmişlerdi. Her seçim döneminin ardından mevcut yonetimi destekledikleri için “satılmış”lıkla suçlanan bu insanların bu noktaya nasıl geldiklerini düşünmek nedense kimsenin üzerine vazife olamıyordu. Sadece bizim gibi olmadıkları için insanları suçlama hakkını kendimizde bulmamız doğru bir bakış açısı mıydı gerçekten. Hele ki bu yazının başında bahsettiğim şekilde temelsiz değerlerle doldurulmuş bizler için. Vardığım sonuç buna kesinlikle hakkımız olmadığıydı.



Biz kendimize veya sevdiklerimize gelecek haksız bir zarardan endişe ederek savunduğumuz değerlerin hiç birine laf üretmekten başka bir şekilde sahip çıkamıyorken, evlatlarını terör örgütüne kaptırmış ve sahip olduğumuz değerlerin hiç birisi için herhangi bir düşünsel veya fiziksel yatırımın yapılmadığı bu bölge insanlarını hangi hak ve yüzle eleştirebiliyorduk.



Yaşam koşulları ne olursa olsun her insanın iyi veya kötü tutunduğu manevi değerleri vardır. Biz ailelerimiz arkamızda okullarımızdan dini bütün müslümanlar ve milliyetçi vatanseverler olarak mezun olurken, onların elinde sadece dini bütün müslüman olmak kalmıştı ve aslına bakarsanız onlarda bu değere bizim elimizdeki değerden çok daha iyi bir şekilde sahip çıkmışlardı.  Bu sadece doğu ve güneydoğu anadoluda değil büyük şehirler dışında kalan tüm anadoluda böyle gelişmeye devam etmişti.



Kurtuluş savaşı sadece fiziksel güç ile değil bu insanların güçlü inanç duyguları sayesinde de kazanılmıştı. Bir insanı bir değer uğruna ölüme ancak inanç götürebilir.  Bu kadar güçlü inanç duyguları olan insanların önüne ne sunarsanız ona inanmaları da gayet doğaldı bana sorarsanız. O bölgede yaşanılanlar ya da kahramanlıklar yıllar geçtikten sonra birer halk hikayesi ve efsaneye dönüşürler eğer o duyguları beslemezseniz. 



İdealist olacak kadar düşüncelerle beslenmemiş hiç bir insandan da yaşam şartları onu zorladığı sürece neredeyse efsaneye dönüşmüş ve bu ülkenin ortak değeri sayılan bir şeye sahip çıkmasını bekleyemezdik.



Peki Anadoluyu böyle aklasak bile büyük şehirlerde yaşayan insanların da bu yönde bir düşünce geliştirmiş olmasını nasıl açıklayacaktık kendimize. Bana göre ilk sebep yine başından beri söylediğim temelsiz değerler edindirilmiş olmamızdı. Büyük şehirlere Anadolu’dan yaşanan göçle bir çok semtte zaten bu değerlere sahip olma şansı olmayan insanlarımız gelip yerleşmişti. Büyük şehirler onlar için birer yaşam savaşına döndüğünden zaten geldikten sonra bile bu değerleri edinmiş olmalarını beklemek anlamsızdı. Ayrıca bu ülkede zaten bu değerlerin olmamasını isteyen ya da başından beri belki karşı olan bir düşüncede her zaman varolduğundan, biz uyurken herşey olup bitivermişti. Ülke yönetimlerinin sürece etkisini söylemeye gerek bile duymuyorum.



Sonuçta ben bu ülkede değer saydığım şeyleri yeni baştan tamamen kendi isteğimle öğrenmek zorunda kalmıştım. Yani ne bu ülkede devletin okulları ne ailem ne de başka biri bana zaten bu yatırımı hiç yapmamıştı. Bir çoğumuz bu değerleri sorgusuz sualsiz kabullendikleri için zaten hala onlara sahiptiler.  O halde Mustafa Kemal döneminin ardından aslında zaten bu değerler hepimizin üzerinde eğreti birer aksesuar olarak kalmıştı.  Hepsi buydu.

Bu ne olduğunu bilmediğimiz ama çok iyi bir şey olduğuna emin olduğumuz bir nesneyi yıllar boyu saklamak ve korumaktan farksızdı bana göre. Tüm bu anlattıklarımı haksız buluyor ve soylediklerimin belkide tam tersini ortaya koyacak bilgi birikimi veya tecrubeye sahip olabilirsiniz. Bu anlattıklarım benim kendi tecrubelerim ve bakış açım.



Yetiştiğimiz yıllar ne yazık ki bu ülkede nesillerin farklı değerlere sahip olmasına neden olabiliyor. Bu kuşak çatışmasının çok ötesinde aslında bu ülkede miras bırakılan değerlerin korunamadığı veya zaten hiç anlatılamadığı sonucunu gösteriyor bana.  Belki de bu nedenle yetmiş milyon farklı gerçek, yetmiş milyon farklı değer türevi var elimizde.

(devam edecek)


YAZI DİZİSİ : İMAM ÇIPLAK - 3

Ne kadar okursam okuyayım, okuduklarımda bahsedilen kavramlar kafamda net olmadığından bir yerden sonra işime geldiği gibi algıladığımı düşünmeye başladım. Çünkü kendi bildiklerimle kendi düşüncelerimle çürütebiliyordum. Bu yüzden söylediklerim de hedefi on ikiden vurmuyor, nereye çeksen oraya giden şeyler oluyordu. Aslında ilk önce kendime sorduğum soru şu olmalıydı : "Kimdim ben ve ne yapmaya çalışıyordum, arkamda kimler vardı?".


İnsanların şoka girişinin dört aşamada olduğunu biliyor musunuz ?

Duygusal yüklenme aşamasında, duygusal yoğunluğun fazla olduğu görülür. Stresin etkileme derecesine göre ağlama, bağırma, bayılma, şok gibi olaylar ortaya çıkabilir. Amaçsızca dolaşır, yardım etmek ister ama böyle bir yardımda bulunamaz. Doğal bir savunma mekanizması olan şok, kişiyi olaya yabancılaştırarak kaygının tüm yoğunluğu ile duyulmasını önler.

İnkâr aşamasında, duygusal küntlük vardır. Çevreyle ilişki azalır. Birey zihinsel bir’boşluk içindedir. Anlamakta, tepki göstermekte, ilişki kurmakta güçlük çekilir. Anlamsız ve amaçsız dolaşmalar görülür. Yapmak istediği işlerde başarılı olamaz. Bazen birinci aşama ile ikinci aşama iç içedir.


Zorlu düşünceler aşaması, şokun veya olayın ilk etkilerinin azal­masıyla oluşmaya başlar. Olayla İlgili hayaller, düşünceler istemsiz olarak hatırlanır. Bireyin uyanıklık düzeyi yüksek, dikkati artmış durumdadır. Ama bütün bunlar stres yaratan olay üzerinde yoğunlaşmıştır. Zaman zaman dalıp giden bi­reyin çevre ile bağı ve ilişkileri zayıftır, insanlarla yakın ilişkilerden ve kalabalık yerlerden uzak durur, kendi içine dönmüştür.


Çözülme aşamasında, olayla ilgili etkiler ve etkilenme çözülmeye, kişilikte bütünleşmeye yöneliş başlar. Zorlu düşüncelerin sıklığı ve şiddeti azalır, dalgınlıklar kaybolur. Çevreyle ilişki yavaş yavaş artar. Olaylar sakin bir şekilde hatırlanır. Kişilikte yeniden bir bütünleşme ve olgunlaşma gerçekleşir. Birey daha bilinçlidir, gittikçe daha da güçlenerek olayın etkisinden sıyrılmaya başlar.


Psikolojik savunma mekanizmaları stresin yarattığı gerginlikten kurtulmak için gösterilen avunma çabalarıdır. Bilinçsiz olarak geliştirilen bu meka­nizmalar, stres yaratan gerçekleri ortadan kaldırmazlar. Sorunu çözüme ulaştırmazlar. Fakat geçici bir rahatlama sağlarlar. İnsanlar bu yolla gerilim, kaygı yaratan durumdan sıyrılarak, yeniden kendine güven kazanmaya çalışırlar. Böylece geçici olarak ruh sağlığını korurlar.


Sık sık başvurulan savunma mekanizmaları, eğer insanın gerçekleri görmesini engellerse zararlı hale gelir. Bu durumda savunma mekanizmaları ruh sağlığının bozulmasının nedeni olurlar.


Bu mekanizmaların en yaygın kullanılan bazılarını açıklayalım:
Ödünleme (telâfi) mekanizması (kompansasyon): Herhangi bir eksik­liğin veya bir alandaki başarısızlığın, başka bir alandaki başarı ile telâfi edilmesi­dir. Bütün olumsuzluklara rağmen bireyin üstünlük duygusunu koruma, aşağılık duygusundan kurtulma çabasıdır. Ödünleme mekanizması, olumlu davranışlara neden olabileceği gibi olum­suz sonuçlar da doğurabilir.


Başından beri okuduklarınızı bu tanımlar çerçevesinde yeniden değerlendirecek olursanız aslında yaşadığım şeyin ciddi bir şok olduğunu anlayabilirsiniz sanırım.


Evet korkarım ülkemde yıllarca uyuduktan sonra, uyandığımda gördüğüm manzara karşısında ciddi bir şoka girmiştim. Dilerim sizlerde bu yazdıklarınızı okuduğunuzda hisettiğiniz ve yaşadığınız şeylerin bir şok olup olmadığını ayırdedebilirsiniz.


Son yıllarda sosyal paylaşım alanlarında paylaşılan ve yazılanlara baktığımda bu şoku sadece benim değil bir çok insanın bir arada yaşadığını düşünüyorum açıkçası. Hepimiz şokun farklı bir aşamasında olsak da, bu alanlarda paylaşılalanların ve alınan beğeni ve yorumların aslında psikolojik bir savunma ve telafi mekanizmasından kaynaklandığı sonucuna vardım.


Bu da en azından kendimiz için olumlu sonuçlar doğurabilir elbette, sonuç olarak doğruluğuna inandığımız şeylerin hala yakın çevremiz tarafından kabul görmesi umudumuzu kaybetmememize neden oluyor.


Ancak öte yandan bu halimiz aslında sesimizi çıkarıyor gibi görünsek veya hissetsek de çoğunluğu sadece kendimiz gibi düşünen insanlarla zaten hepimizin doğru olduğuna inandığı bir şeyi karşılıklı onamamızdan başka bir sonuçda yaratmıyor toplumsal anlamda ki bu insanların büyük bir kısmı da zaten çıkarılan seslerin yaratacağı siyasi ve kriminal sonuçlarından ürktüğü için sessiz kalmayı tercih ediyor.


Annem haberleri izleyip deliye döndüğü halde, yine de her gün gazetelerin her bir satırını okuyup, ülkede olan biten herşeyi takip eden biridir. Aslında ğitimine devam etmesine izin verilmiş olsa belki de gerçekten şimdi farklı bir konumda olabilirdi. Yine de şimdilerde yaşından kaynaklanan geçmişe özlemin ağır basmasıyla sanırım, günümüzde yaşananları anlamakta ve kabullenmekte zorluk çekiyor. Belki de en önemlisi bu önce olan biteni inkar etmekten vazgeçip kabullenmek ve ardından varlığı kabul edilen bu durumlara çözüm aramak gerekiyor.


Her konuşmamızda insanların artık bir sürüye döndüğüyle başlayan sohbetimizde, Menderes zamanında sadece süpürgeye zam yapıldığında insanların süpürgelerini gelin gibi süsleyerek sokağa döküldüğünü anlatır. Annemden başka birinden duymadığım bu hikayeyi belki de çok dinlemekten olsa gerek nedense hiç araştırmamışımdır. Sonuç olarak insanların sessizliğinden öylesine öfkelenir ki, söylenmelerinin ardı arkası kesilmez. Oysa hemen bu konuşmaların ardından, bana telefonda konuştuklarıma dikkat etmemi, iş yerimde asla böyle konulara girmememi düşüncelerimi eğer istiyorsam onunla paylaşabileceğimi tembihler durur.


Bu benim küçük oğluma her dışarı çıkışımızda “çabuk, çabuk” diye seslenip, ardından adımlarıma yetişmek için koşmaya başladığında “koşma, düşersin” dememe benziyor.


Yani aslında hepimiz yapmamız gereken bir şeyler olduğunu bilmemize rağmen, mevcut koşullar nedeniyle, ne kendimizi, ne de sevdiklerimizi ateşe atacak durumda ve cesarette değiliz ki bunun adına cesaret denir mi bilmiyorum. Belki kör cesaret. Bu nedenle olsa gerek ki, bir çoğumuzun rüyalarında hala bir Atatürk’ün çıkıp bizi kurtarması hayali var. Yani bizler kurtarılmayı bekleyen vatanseverleriz aslında. Bunu kınamak adına değil çaresizliğimizi vurgulamak adına söylüyorum. Örnekleri giderek çoğalan siyasi, askeri, edebi anlamda sadece sözlerle bile mücadele etmeye çalışanların yaşadıkları örnekler ne yazık ki hepimizi bu duruma getirdi. Peki neydi bu insanların hepsine suçlu damgası vuran temel öğe. Mustafa Kemal mi?


Eğer tarihimizde bir Mustafa Kemal olmasaydı ne olacaktı? Bugünlere bile gelemezdik düşüncesinden yola çıkarak söylemiyorum sadece, diyelim öyle ya da böyle bugünlere gelmiş Cumhuriyet ve bağımsızlığımızı kazanmıştık, ama elimizde bir Mustafa Kemal yoktu. Aslında böyle soylemek bile inandırıcı gelmiyor insana, milletleri her zaman kahramanlar kurtarırlar, bu sadece bizim tarihimizde değil, çocuklara anlatılan tüm masallarda, medeniyetlerin efsanelerinde ve diğer ülkelerin tarihlerinde de böyledir. Belki de hepimizin deyim yerindeyse ve bugünkü koşullarda tam anlamıyla kendini feda edecek bir lidere mi ihtiyacımız var? Bu lider bir gün ortaya çıksa bile dokunulmaz mı olacak sanıyoruz hepimiz. Hiç sanmıyorum.


Öte yandan kendi içimizde bile birliğimizi sağlayamadığımız göz önüne alınırsa bu liderin arkasından gitme konusunda da ayrışmalara düşeceğimiz konusunda neredeyse şüphem yok gibi.


(devam edecek)

BEN ONU HİÇ TANIMADIM

Ben onu hiç tanımadım. Oysa tanımak isterdim.



Bir insan hakkında bir çok insandan iyi veya kötü şeyler duyabilirsiniz. Bu o insanların kendi aralarında paylaştığı, kesiştiği veya ayrıştığı pek çok konuya göre değişir. Bir insan çoğunlukla yaptıklarıyla iz bırakır yaşamda. Yapılanlar kimilerine göre gerekli veya gereksiz olabilir. Kimsenin bir tane yüzü yoktur ki bilesiniz gerçeği. Hepimizin herkese gösterdiği, duruma gore kullandığı çeşitli yüzlerimiz, hatta yüz enflasyonuna uğratacak yüzsüzlerimiz bile vardır.



Ben onu hiç tanımadım. Oysa tanımak isterdim.



Anılarını paylaşanlar, O'nu yaşayan, yaşamayanlardan değil de, birebir kendinden dinlemek isterdim yaşamını. Nasıl şekillendiriyor düşüncelerini anlamak isterdim.Elbette ki kameralar önünde söylenenler, kalemin kağıda bıraktığı izler var ardında. Ama yine de neyi neden söylediğini bilenlerden olmayı tercih ederdim.



Ben onu hiç tanımadım. Oysa tanımak isterdim.



Sokaklara dökülen onbinler tanıdınlar mı bilmiyorum.



O'nun yaşarken uğradığını düşündükleri haksızlıklara mı, ölürken uğradığı haksızlığa mı daha çok içerlediler çözemedim.



Sokaklara dökülenlere isyan eden onbinler tanıdılar mı, onu da bilmiyorum.



Düşünceleri vatansever olmayan birinin ardından gidilmesine mi, yoksa daha önce kendi ırkından olanların gidişlerine ses vermeyen kalabalıkların kendi ırkı tarafından soykırıma uğradığını iddia eden bir adamın ardından ses verir olmalarına mı daha çok içerlediler çözemedim.



Ben o onbinlercesini hiç tanımadım, onlarda da beni hiç tanımadılar.



Bir insanı ya düşünceleri ya da ölüm şekliyle mi değerlendirmek zorundayız anlamadım.



Ben onu hiç tanımadım. Oysa tanımak isterdim.



Ardından ikiye ayrılanların ortasında kalakalmak yerine, isterdim ki ne benim ülkemde ne de başka yerlerde insanların kanları sokağa akmasın ve yine isterdim ki ülkemdeki her insan bu vatanın evladı hissetsin kendini azınlıktan saymasın.



Kanı sokağa akmış bir insanın ardından insanlığımızla, memleket sevdamız karşı karşıya kalmasın.





Bir ülkede bizden dediğimiz bir insan katletildiğinde, vatansever-insansever ya da insansever-vatansever olmak gibi bir ikilem yaşamayız hiç birimiz, ama bir ülkede, hele ki bu bizim ülkemizse düşünceleri bize göre vatansever olmayan bir insan katledildiğinde insansever-vatansever mi yoksa vatansever-insansever mi olduğunuza karar vermek zorunda kalırsınız tıpkı bugünlerde olduğu gibi..

Olay öyle çok pencereden öyle farklı gozukebilir ki gozunuze, her pencerenin onunde kimliğinizi değiştirp durduğunuzdan, insansever ve vatanseverlik arasındaki mesafeler açılır ve sonunda ağır basan tarafınızdan yana durursunuz..

Öncekilerin kanı sokağa akarken bu ikilemi yaşamadığımız için onbiler olamayız sokaklarda ama, insanseverler ile vatanseverler diye ikiye ayrıldığımızda mı onbinler oluveririz bir anda. Birlik olduğumuzda sessiz, bölündüğümüzde sesli oluveririz nedense, bir kendimize gücümüz yettiğinden midir? Bilinmez.

Önceliği insansever olanların karşısında, önceliği vatanseverler olanların mücadelesi mi bu yaşanılanlar?



Yoksa önceliği vatansever olanların, önceliği insanseverler olanlara karşı mücadelesi mi?



Bir insanın hakkını aramak mı, bir vatanın borcunu sorgulamak mı?

Eli kanlı terörist başları konforundan soylenirken, bir insanın canını bile yakmamış bir insanın katline isyan mı etmeli, yoksa zaten vatansever değildi diyerek isyan edenlere hucum mu etmeli?

Biz bu ülkede ve dünyada düşüncesi her ne olursa olsun bunların yaşanmasını istemiyoruz diyerek dünyaya sesini duyuran vatanseverler olmak yerine, neden her zaman yaptığımız gibi değerlerimizi yarıştırıyor, ikilemler yüklüyoruz zihnimize..

Çözemiyorum..

Önce insan diyenler “vatan haini”, önce vatan diyenler “insan haini”  mi oluyorlar boyle? Bu kadar birbirinden uzak mı sahip olduğumuz değerler?  İnsanlık ve vatanseverlik çelişir mi? Benim ülkemde çelişiyor.

Anlamıyorum..




Ben onu hiç tanımadım. Oysa tanımak isterdim.



 O da beni hiç tanımadı. Tanımak ister miydi bilmiyorum.



Yaşamı boyunca ses verdiği kelimelerin yüklendiği anlamlara katılmasam da, hiç bir insanın hakketmediği katledilişinden utanç duyuyorum insanlığımdan. Tıpkı yıllardır sokaklara akan her kanın sahibine duyduğum utanç gibi..



Hepimiz ne O olmalıyız, ne de başkası..



Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz olsak yeter bize, gerisi bana sorarsanız zaten hikaye..

Kuzin Abla

NAMUS VE BİZ KIZLAR


Benim yetişme çağımda mazbut ailelerin oturduğu evler, sakıncalı bulunan bekara ve öğrenciye asla kiralanmazdı.

Apartmanın namusu denirdi.

Ev aranırken nezih mahalle seçilirdi. Sokak ve evler lüks değil, ‘ehhh işte’ durumda olabilir ama oturanların nüfus ve aile kaydı temiz olacak!

Nikahsız birliktelikler hoş karşılanmazdı. Böyle bir çift bir apartmana taşınsa, onlardan bahsedilirken fısıltı halinde konuşulur, mesafeli durulurdu.


Mahallenin namusu denirdi.


Evlenirken namsulu kız seçilir, namuslu ailelerle görüşülür, namuslu arkadaşlar edinilir, ‘hatta aile yerimiz var’ tabelası bulunan namuslu lokantalarda yemek yenirdi.

Ben büyürken, bu namusun nemenem bir şey olduğunu bir türlü çözememiştim. Nedir? Nerede saklanır? Ne zaman ortaya çıkar? Ne işe yarar? Kim ve nasıl kirletir? Nasıl temizlenir? Kimler namusludur?vs. gibi.


Ortada bana göre büyük bir kavram kargaşası vardı.

Örneğin; apartmanımızın üst katında nikahsız eşiyle yaşayan teyze ahlaksız sayılırken apartmanın kapıcı dairesinde aynı şekilde nikahsız oturan Fadime’nin nasıl namuslu sayıldığını;

Merdivenden çıktığım saatlerde çöp bırakma bahanesiyle kapısını açıp gizli gizli bacaklarıma bakan alt kattaki amca güvenilir sayılırken, beni gördüğünde gözünü bile kaldırmadan, başını eğerek yanımdan geçen bekar öğrencilerin nasıl namus düşmanı olabileceğini bir türlü anlayamamıştım.

Erkek aldatınca unutulur, kadın aldatınca vurulurdu.

Birisinin elinin kiriydi. Diğerinin elindeki aynı kir aynı sabunla yıkansa da geçmezdi.

Ortada bir pislik vardı. Bu neydi?

Omuzlarımda ne denli büyük bir yük taşımaya mahkum olduğumu büyürken öğrendim.

Biz kızlar, ailemizin namusu idik.

İyi kızlar erkeklerle gezmez, akşam eve geç gelmez, anne- babanın haberi olmadan bakkala bile gitmezdi.


Tüm Ailenin onuru şerefi bize emanetti

Biz kızlar mahallemizin de namusu idik.

Başka mahallenin erkeleri bize bakamazdı, kan çıkmasa da kavga çıkardı.

Bir erkekle ancak sokağın başına kadar gelebilir, sonra da çekinerek ‘Muhitimize geldik, ayrılalım’ derdik.

Çünkü; biz o mahalleye aittik ve o mahallenin namusu demektik.

Biz kızlar evlenince kocamızın namusu olduk.

Sosyal ve mesleki çevresinin, aile ağacındaki tüm akrabalarının nezdinde onun şerefi, onun namusuyduk ve nedense sadece bize emanetti!

Koca yüz kızartıcı bir suçtan hapse girse bile namus şeref konu olmaz, kadın ayaküstü bir erkekle sohbet etse namus uçup gidebilirdi.

Biz kızlar okuduk adam olduk. Ülkenin namusu olduk.

Hep birlikte ‘her şey erkeğe rahat nefes aldırmak için’ diye yola çıktık.

‘Kendimizi nasıl kapatıp saklasak da erkeği tahrik etmesek’ en birinci amacımız ve en önemli ülke davamız oldu.

Böylece koskoca milletin namusu, ahlakı yine biz, yüzde elli nüfusun omuzlarına yüklendi.

Anlayamadık;

Kadını namus kabul eden, kendi namusunu bile bir kadına taşıtmaya kalkan, her türlü namussuzluğu kendisi yaptıktan sonra çekip yine kadını vurarak ruhunu ve elini temizlediğini düşünen bir çok erkeğin; kendi başına taşımayı ve korumayı becerebileceği kendi şahsına ait bir namusu yok mudur?

Kendi sorumluluğunda olan, kendisi için kendisinin yarattığı haysiyeti, şerefi?

 ………………

Aşağıdaki anket KAMER’in raporundan alınmıştır.
'Namus nedir''sorusu, Türkiye’nin her yanındaki vatandaşlara sorulduğunda verilen yanıtlar şöyle olmuştur:

1-Karım, bacım, annem, ailem;
2-Kadınların iffeti;
3-Kadının cinselliği, bekareti;
4-Kadınların toplumsal kurallara itaatı;
5-Erkeğin şerefi haysiyeti;
6-Kadınların erkeklere itaatı;
7-Dinin emrettiği.

'Namussuzluğun ne olduğu'' sorusuna ise şu karşılıklar
alınmıştır:

1-Kadının bekaretini kaybetmesi;
2-Kadının açık gezmesi;
3-Erkeklerle konuşması;
4-Aşık olması;
5-Ailenin istemediği birisi ile evlenmek istemesi;
6-İzinsiz dışarı çıkması;
7-Zina yapması;
8-Dedikoduya sebep olacak davranışlar sergilemesi;
9-Dili uzun olması;

NAMUS
1 . Bir toplum içinde ahlak kurallarına karşı beslenen bağlılık.
2 . Dürüstlük, doğruluk (TDK)

Remide Arsan

BEN TAKIMIMI SEVMEYİ BABAMDAN ÖĞRENDİM!

Benim babam her zaman erkek çocuğu olsun istermiş, ben doğduktan sonra dünyanın en harika babalığını yaptı bana oysa. Ama yine de saçlarım hep kıpkısaydı ve genç kız olana kadar önü tokalı erkek çocuğu mayoları alırdı bana ve erkek çocuğu kıyafetleri. Sırf bu yüzden sokakta koşturuken teyzeler ve amcalardan “Yavaş oğlum!” diye ihtarlar duyduğum çok olmuştur.
Aslında keşke erkek olsaydım da büyümeden once babamın beni henüz bir erkek çocuğuymuşum edasyıyla dolaştırdığı o dönemlerden hiç mahrum kalmasaymışım, çünkü ben büyüdükçe o da bir erkek çocuğu babası gibi davranmaktan vazgeçip korumacı ve kıskanç bir kız babası oluvermiş ve bu da benim hiç hoşuma gitmemişti.
Henüz ilkokula giderken beni peşine takar tuttuğu takımın maçlarına götürürdü. Annemin anlattıklarına bakılacak olursa evlendiklerinden beri hiç maç kaçırmamış takımı hangi şehirde oynarsa, plan program dinlemez koşarak maça gidermiş. Çoğu zaman yağmurun, karın altında maç seyrettiği içinde hastalanır, annemin serzenişlerini dinlemek zorunda kalırmış.
Öyle sever ki takımını, şimdi yaşı ve sağlığı elverse eminim koşa koşa gider o maçlara. Hele ki takımın boylesine desteğe ihtiyacı olduğu bir zamanda. Gitmekle de yetinmez, annemin bir şey demeyeceğini bilse emekli maaşınıda alır teslim eder takımına.
Asıl ona 1980-81 döneminde bir ikinci lig takımıyken Türkiye Kupası'nı almasının heyecanını sormak lazımdır ki bu gün bile aynı coşkuyla ballandıra ballandıra anlatsın. Döneme ait gazetelerde oyuncular omuzlarında sahanın etrafında attığı turlar sırasında çekilen fotoğraflarının olduğu sararmış gazeteler hala evimizin en saklı yerinde durur. Yüzündeki heyecanı o sararmış gazete sayfaları bile gizleyemez canım babam.
Şu ana kadar bir çoğunuz hangi takımdan bahsettiğimi anladıysa da yine de anlamayanlar için kuruluşu ile ilgili kısa bir bilgi vereyim;
Kazanılan bağımsızlığın ardından ilan edilen cumhuriyetin başkenti yeniden kurulurken, Ankaragücü'nün de temelleri atılır. 1920 yılından itibaren Ankara'da bulunan iki klüp 1922 yılından itibaren yeniden faaliyete geçer. Başkent Ankara'da ilk resmî futbol maçı 26 Ekim 1922 günü bugünkü Cebeci İnönü Stadyumu'nun bulunduğu yerde yapılan maçta Anadolu Sanatkarangücü askeri takım olan Talimgâhgücü'nü 2-1 yener. Başkentin gelişmesi ve özellikle işçilerin artmasıyla birlikte sonradan Ankaragücü adını alacak klübe destek artar.[9] Fabrikalar çerçevesinde dayanışma sandıklarıyla, işçi örgütleriyle birlikte gelişen klüp sosyal alanda da faaliyet gösterecek, o dönemde ilgi çeken bir bando takımı kuracaktır.[10]
Ankara'da kurulan ilk futbol ligi 1923-24 sezonuyla açılırken iki klüp Anadolu-Turan Sanatkarangücü olarak birlikte katılır. Bu dönemden sonra çeşitli farklı isimler altında mücadele edilecektir. 1933 yılında bugünkü adı olan Ankaragücü adını alacak olan mahalli Ankara Liginde çok kez şampiyon olacaktır. Profesyonel milli ligin kurulmasıyla bugüne dek gelen macerasına devam edecektir.

<><><><>
“-Elleri kirli amele takımına Atatürk'ün kurduğu Hakimiye-i Millîye kupası verilir mi?
-Ellerimiz kirli olabilir ama alnımız aktır


— 1929 yılı Eylül ayında Ankara takımları arasında yapılan kupa finalinde Gençlerbirliğini 3-1 yenen İmalat-ı Harbiye galibiyetinin ardından atılan laflar üzerine Natık As'ın cevabı[11]
Evet Ankaragücünden bahsediyorum. Babamın ve benim takımımızdan. Şahrin gecekondu yüzü modernleşirken, modern başkent takımının düşürüldüğü gece konducu durumundan.

Benim henüz ilkokul çağında olduğum dönemde, takım maç öncesi yemeklerini , uzun yıllar şimdilerde sıkışıp kaldığı için daha ileride bir yere taşınan Varan Turizm Söğütözü Terminalinde yerlerdi.
Şans ki tam da babamın orada görev yaptığı yıllardı onlar.. Babam ve ben, ikimiz o kadar Ankaragüçlüydük ki, ikimiz sanki koca bir takımın bir stadyum dolusu taraftarıydık gibi hissederdim ben o zamanlar.
Ankaragücü'nün Varan'da yemek yiyeceği günler okul günü değilse babam mutlaka beni de götürürdü işe. Takım yemek yerken, ben hiç susmadan sürekli onalara sorular sorar, etraflarında döner dururdum. Üzerimde mutlaka sarı lacivert bir şeyler olurdu.Sabahları her biri benim için birer abi olan oyuncuları göreceğim diye heyecandan deli olurdum. Onlar benim Adil Abim, Nazmi Abim diler.. En çok ikisini severdim, o yüzden ikisinin adı kalmış aklımda şimdi.. Arif abim vardı bir de Adil abimin yedeğiydi o. Ah bir kupa alsalardı bana denk geldikleri dönemlerde takımın maskotu yapacağız derlerdi bana. Ben hala umutluyum bekliyorum.
Bir yemek sırasında Adil Abim eşinin hamile olduğunu ve ikiz bebekleri olacağını ve kızı olursa ismini mutlaka Aylin koyacağını söylemişti. Ne kadar gurur duymuştum anlatamam. Şimdilerde takımımızın kaleci antrenörü oldu, beni hatırlar mı bilmiyorum ama ben onu hiç unutmadım.
Nazmi abimin uzun kıvırcık saçları vardı Adil abimin sarışınlığının aksine, alabildiğine esmer hatırlıyorum onu.. Yemekten sonra takım servisine biner stadyuma giderlerdi. Ben ve babam da onlarla birlikte giderdik. Servis de gazete okurlar ya da sohbet ederlerdi. Eğer oynamaya gidiyorlarsa onlar soyunma odasına giderken biz babamla şeref türbününe giderdik, yok eğer izleyeceklerse yine onlarla birlikte oturur izlerdik bütün maçı.
Ben büyüyüp genç kız olmaya başladığımda babam da beni maçlara götürmekten vazgeçti. Oysa onunla birlikte bütün taraftarlar sahanın kapılarında kuyruk olmuş, polis ortalarda dört dönerken, stadyuma girip şeref trübünündeki yerimize oturmak çok heyecan verici gelirdi bana.
Hatta o zamanlar babamın giydiği bej renkli uzun pardesü den dolayı onu teknik adam sandıklarını ve o yüzden hiç yolunu kesmediklerini düşünecek kadar saftım. Sürekli polisleri izlerdim bu yüzden bakıyorlar mı diye.. Oysa o zamanlar şeref trübününde görevli kişi babamın arkadaşı idi hepsi bu..
Yıllarca takımımla çok ilgilenemesem her maçını takip edemesem de o yıllardan kalan derin bir bağ var içimde, babam ve benim Ankaragücümdür o ve her zaman öyle kalacaktır. Yense de, yenilse de.. Ankaragüçlü olduğumu duyunca yıllarca alay eden bir çok insana rağmen, tuttuğum takımı hiç değiştirmedim, değiştirmem..
Gökçek ve ailesinin takıma el attığı dönemde bile, takımıma yakıştırmadığım yönetime ragmen, destek vermeye ve sevmeye hep devam ettim o yüzden. Şimdi artık onlar gitti.. Takımın oyuncuları ve çalıştırıcılarından başka bir şey bırakmadılar geriye.
Onlarsa aynı çocukluğumun kahraman oyuncuları gibi ıslanınca değişecek formaları olmamasına, tüm maaşsızlığa, yokluğa, bir takım otobüsü bile olmamasına rağmen, sadece Ankaragüçlü oldukları için takımlarından vazgeçmeden yollarına devam ediyorlar..
Gururlular, güçlüler Ankaragüçlüler..
Babam ve ben gibi…
Saygı ve sevgilerimle
AKS


YAZI DİZİSİ : İMAM ÇIPLAK - 2

Yıllar boyunca duyduklarımla yaşamayı öğrenmiş olsam da, yine de merak duygumu yenemeyip, ilgimi çeken konularda bulduğum her kaynağı incelemek gibi bir adet geliştirmiştim. Kafama bir şeyi taktığımda, iki elim kanda olsa yine de az da olsa zaman ayırmayı başarabilirdim. Üniversite sonrası süreçte, yeni işler, evlilik ve çocuk darken ancak gündelik hayata yetişir olmuş, meraklı keşiflerime vakit ayıramıyor olmak beni bunaltmay a başlamıştı. Arada sırada bir şeyler okuyup araştıracak vakit bulsam da, bunları ancak zihnimde depolayabiliyor, aklımdaki diğerleri ile birleştirip düşünemiyordum. Yine de sonradan işime yarayacak hatırı sayılır bir birikim yapabildiğimi daha sonra araştırmalarıma yeniden hız verdiğimde anlayacaktım.



Tüm bu süreç içerisinde ülkemin pek çok anlamda çehresi değişmiş. Atatürkçülerle, o zamanların tabiriyle radikal islamcılar çoktan yollarını ayırmışlardı. Günlük basını yeniden takip etmeye başlayabildiğim de okuduklarım beni önce hayrete düşürüyor, ardından bir öfke krizine dönüşüyordu. Aslında öfke krizine dönüşen şeyin duyduklarıma ve okuduklarıma değil de, o güne değin “milliyetçi vatansever” ve “dini bütün müslüman” olduğumu ve herkesin de benim gibi olduğunu sanmamdan kaynaklanan şok olduğunu da sonradan anlayacaktım. Ne de olsa Türk’tüm.



Fatih Altaylı’nın Humeyni hayranı örtülü iki genç kızımızı çıkardığı televizyon programını hatırlayanlarınız vardır. Bu program sonrası oturup kendimi tüm kontrol çabama rağmen neredeyse hakarete yaklaşan zehir zemberek bir yazı yazmıştım. Bu yazıyı yazmak beni rahatlatmıştı, çünkü türbani mahalle baskısı haber ve hikiayeleri bir yana koşulsuz sahip çıkmam öğretilen ulu önder Atatürk’ün resimlerinin kaldırılması ve onun aleyhine algıladığım her olaya karşı saldırgan bir tavır sergilemeye başlamıştım. Atatürk’ü sevmiyorum demek ne cesaretti, ayıptı, yasaktı, günahtı. Bunlar nerede büyümüştü sahi?



Şimdi bunları yazarken okuduğum bir deney aklıma geldi. Bir kaç maymunu tavandan sarkan muzların olduğu bir kafese koymuşlar. Ancak maymuncuklar acıkıp da muza uzanmaya her yeltendiklerinde ellerine vurmuşlar. Bu defalarca tekrarlandıktan sonra, sonunda maymunlar muzu almaya çalışmaktan vazgeçmişler. Uzun bir sure bu şekilde devam ettikten sonra, kafese yeni maymunlar koymuşlar. Acemi maymunlar kafesin kurallarını bilmedikleri için direkt muza uzanmışlar. Ama bu sefer onların ellerine vurmaya gerek kalmadan, tecrubeli maymunlar , acemiler her muza uzanmaya çalıştıklarında onları bir güzel pataklamışlar ve bir sure sonra onlar da, muza uzanılmaması gerektiğini öğrenmişler.



Demek ki “milliyetçi vatansever” kimliği, “dini bütün müslüman” kimliğinden daha iyi işlenmişti bana ki tavrımı ve tarafımı belirlemiştim ve tıpkı Atatürk’ün “yaptığını sandığım gibi” düşmanı denize dökmek üzere atağa kalmıştım. Bizim kafesteki muzları kimse elleyemezdi.



Derken, yıllardır tanıdığım arkadaşlarımızın gerek sohbetlerde gerekse farklı ortamlarda etnik kökenlerini öğrenmeye başladığımı farkettim. İyi de çoğunu , çocukluğumdan beni tanıdığım bu insanlar hakkındaki bu detayı nasıl oluyor da şimdi, hemde topluca öğreniyordum? Hatta çok değer verdiğim bir arkadaşımla etnik kökeni ile gurur duyarak anlattığı devletin üst kademelerinde kendi etnik kökeninin hakim olduğunu söylemesinin ardından az kalsın boğuyordum. Benim ülkemin mahremiyetinde güç sahibi olduğunu mu soylüyordu hem de övünereki, hem de bu ülkenin ekmeğini suyunu içerek. Sen kimin ülkesinde, kime hava basıyorsun edasıyla başlayan tartışma, kavgaya ardından neredeyse küsmeye varıyordu.



Aynı şeyi bir zamanlar annemle Batı Trakya’daki Türklerin, Türkiye’ye trenlerle gönderildiği zaman da yaşamıştık. Annem Türkiye’de yeterince işsiz ve aç varken o insanların burada işi olmadığını söylemesinin ardından, hiç beklemediği bir öfke patlamasıyla karşılaşmıştı tarafımdan. Onlar Türk’tü ve bu ülke de yaşamaya elbette hakları vardı diye bağırıp durmuştum. Tabii ki annem bu ani çıkışımı hoşgörüyle karşılamamıştı, büyüyen kavganın ardından tam bir hafta küsmüştük. Oysa ne o fikrini değiştirmişti, ne de ben.



Biz yine hikayemize dönelim, dinci tabir edilen kesim, etnik köken falan darken dönüştüğüm canavarın farkında değildim ki, o güne değin Emin Çölaşan ve Fatih Altaylı’nın sert çıkışlarına ve usluplarına haklı bile olsalar sinirlendiğimi söyler dururdum.  Haklı çıkmaktan ziyade, gıcıklık yapmaya çalışıyorlarmış gibi gelirdi bana. Sinir bozucuydular.



Sarı Zeybek ile hayranı olduğum Can Dündar’ın Mustafa filmi vizyona girdiğinde kendi çapımda bir cihadı çoktan ilan etmiş, sanal ve sosyal ortamlarda “milliyetçi vatansever” kimliğimi bir militant edasıyla sürdürürken buldum kendimi.



Bir taraftan savaşımı sürdürken, öte yandan gündemi daha sıkı takip ediyor, ben kış uykusundayken ya da belki zaten başlangıcından beri bana söylenenler dışında olan bitenin farkında olmadığımdan konunun göründüğünden daha karmaşık olduğunu ve hatta konu değil konuların söz konusu olduğunu farkediyordum. Dinciler, Atatürkçüler, etnik kökenciler, Osmanlıcılar, asker düşmanları darken, kafam iyice karışmıştı. Canım yanıyor, canım yandıkça bağırıyordum. Canım yanıyordu çünkü ben bana öğretilen herşeye koşulsuz inanmıştım. Sorgulamamıştım, sorgulanttırılmamıştı ve zamanla onlar benim bir parçam olmuşlardı, tartışmasız gerçeklerimdi. Şimdi bu insanlar çıkmış beni parçalıyorlardı. Bu da canımı yakıyordu. Zamanla anlıyordum ki, bunların hiç biriyle başedecek ne bilgim ne de karşılarına koyacak mantıklı bir açıklamam vardı. İstiklal Marşında ayağa kalmak gerek, andımızı okumak gerekti işte bunun kime ne zararı vardı? Yıllardır Atatürk, misakı milli, ve din adına bana öğretilenler bu insanlara öğretilmemiş miydi yoksa. Namaz kılanın önünden geçilmez, ezan okunurken şarkı söylenmezlerle büyükmemişmiydi bunlar. Yoksa Kur’an kursuna gidenler miydi bunlar. Nasıl ve ne zaman bu hale gelmişlerdi.

Sadece nasıl ve ne zamandan beri sorusuna cevap aramaya kalksam her gün bir yenisini farkettiğim oluşumlarla başetmem mümkün değildi. Umutsuzluğa kapılmaya başlamıştım, ama bağırıp duruyordum yine de, çünkü güçsüzlüğümü göstermemeliydim, o halde bağırarak baskın çıkmalıydım. Ben bağırdıkça onlar da bağırıyordu oysa ve her şey daha kötüye gidiyordu.



Biraz olsun kafamı toparlayabilmek için bir süreliğine sessiz kalmaya karar vermiştim. Önce cepheleri belirlemem, bunları birbirinden ayırdetmem, ardından her biri için ayrı kulvarlarda hazırlanmam gerekiyordu, ama bu tavrım “barış” isteyen birinden çok, savaşa hazırlanma haliydi.



Yine de susmak, çevremde yükselen farklı renklerde sesleri daha çok duymamı sağladı. O güne değin bağırıp durduğumdan ne dediklerini anlamadığım insanlar, ben susunca bağırmaktan vazgeçip, dertlerini anlatmaya ve beni kendi görüşlerine ikna etmeye çalışmaya başladılar. Zaman zaman kendimi çok zor kontrol etsem de, sonunda bende dinlemeyi öğrendim. Duyduğum her yeni şey hakkında kendi çapımda araştırmalar yapıyor, her iki taraf açısından da sakince düşünmeye çalışarak değerlendirmeler yapıyordum.



Bu yeni süreç, dinlemeyi öğrenmenin yanı sıra, empati kurmamı da sağlamaya başladı. Sonunda bağırıp çağırmanın kimseye bir faydası olmadığını anlamıştım. Duyduklarım hakkında araştırmalar yapıp, savunduğum şeyleri sağlam temellere dayandırmayı başardığımda karşı taraf üzerinde ikna kabiliyetimin daha yüksek olduğunu farketmeye başlamıştım. Hele bir de karşı tarafın savundukları hakkında da bilgi edindikçe, aslında bir çoğunun da benim gibi koşullandırılmış olduklarını ve savunduklarını şeyler hakkında iyi veya kötü hemen hiç bir şey bilmediklerini anlıyor ve bu birikimimi de onların önüne serince ikna dozunun daha da yükseldiğini görüyordum.



Tarafında olduğumu düşündüklerinin açıklarını önüme sermeye çalışıp, öte yandan savundukları değerlere dair örnekler vermeye başladıklarında, bilgime başvuruyor ve sonunda herhangi bir  kibir sergilemeden onları düşünceleriyle başbaşa bırakıyordum. Bocalıyorlardı bir çoğu çünkü. Bunu görmek ise bende tarifsiz bir zafer duygusu oluşturuyordu. Gücümü bilgidenalıyordum ama aslında savaştan vazgeçmiş değildim sadece uslubumu değiştirmiş ve geliştirmiştim.



İzlediğim bu yeni yöntem başlangıçta bende yarattığı zafer sarhoşluğuyla kendimi bir halk kahramanı gibi hissetmeme neden olmuştu. Ancak öğrendikçe karşımdakini bocalatmak için kullandığım bilgiler zamanla onlardan çok beni bocalatmaya başlamıştı. Eğer sadece kendi fikrimi desteklemek adına öğreniyor olsaydım belkide bu bocalamaların hiç birini yaşamayacaktım, ama ben bir yandan savunduklarımı güçlendirecek dayanaklar yaratırken öte yandan karşı tarafın fikrini çürütmek ve cehaletini ortaya çıkarmak için de bilgi biriktiriyordum. Anlaşılan o ki aslında hırsdan gözüm dönmüştü. Bu bilgi havuzu büyüdükçe sonuç her zaman beklediğim gibi beni desteklemiyor, bir çok zaman çürütüyordu da. İŞte o zaman bocalayan ben oluyordum. Bu işte bir terslik vardı gerçekten. Bu yeni taktik başlangıçtaki başarıyı devam ettiremiyordu. O halde yine durup yeni bir yol çizmem gerekiyordu. Dahası önce kafamdaki karmaşayı çözmem gerekiyordu.



Doğru bir amaç için olmasa bile sonuçta artık çok fazla şey öğrenmiştim. Ama bu bilgiler amacıma doğru hizmet etmiyordu. Bu defa diğerlerini bırakıp kendi içimde bir savaş yapmaya başladım.



(devam edecek)

YAZI DİZİSİ : İMAM ÇIPLAK - 1


Bundan yıllar önce şimdi Maliye Bakanımız, Dışişlerine baktığı dönemlerde, o zamanların moda topluluğu, Avrupa Birliği’ne gidip, Türkiye’de müslüman azınlığın hakkı yeniyor diye şikayet etmişti. Ortalama yüzde sekseninin müslümanların oluşturduğu bir ülkede “azınlık” olduğu idda edilen bir kesim vardı da biz anlamamıştık o zamanlar.



Anlamamıştık, çünkü bir çoğumuz doğuştan resen müslümandık ve İslam dinine uygun olduğunu düşünerek tekrarladığımız ritüellerin bir çoğu “büyüklerin yanında bacak bacak üzerine atılmaz” ananemiz kadar hayatımızın doğal kurallarından biriydi. “Ezan okunurken şarkı söylenmez”di örneğin. Büyüklerin yanında neden bacak bacak üzerine atamadığımızı hiç merak etmediğimiz gibi, ezan okunurken neden şarkı söyleyemediğimizi de sorgusuz sualsiz kabul etmiştik bir kere. Annemiz kızardı çünkü.



Sokakta bir şey yenmez, ağzımızda bir şey varken konuşulmaz bir de domuz eti yenmezdi. Biri ayıp, diğeri günahtı, ama hangisi ayıptı hangisi günahtı bilmezdik. Yasaktı, işte o kadar, kuraldı. Hatta kendi adıma öyle karışıktı ki bu kavramlar uzun sure televizyon kapanırken okunan İstiklal Marşı ‘nda ayağa kalkmazsam günah işlediğimi sanırdım ben. Bir günahlar vardı bir de umacılar. Ayıplar gene affedilebilir durumlar olsa bile, günahlar büyük suçtu.



Derken Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi ile tanıştık. Bu derse niye “Din Kültürü” denildiğini düşünmek yıllar sonra aklıma gelmişti. Dersin adı çok uzun olduğundan kısaca Din Dersi derdik hepimiz. Türk Dili ve Edebiyatı dersine edebiyat, Beden Eğitimi dersine beden dediğimiz gibi.



Bir şeyi kırk ve katlarında söyleyince oluyordu demek ki, çünkü laik Türkiye Cumhuriyeti okullarında öğrencilerin din bilgisinden mahrum kalmaması amacıyla İslam Kültürü öğretilmesi için konulmuş bu dersin yüzünden, İslam Kültürünün adı ülkemde yıllar içinde “Din” olmuştu belki de.



İlk defa  1982 yılında laik Türkiye Cumhuriyeti’nde bir yaman çelişki olarak tanımlanan bu dersin 1923 yılından, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’in Türkiye’de Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi (DKAB) dersinin insan hakları sözleşmesinin “eğitimde ailenin dini ve felsefi inancına saygı gösterilir” ilkesine uygun olmadığına karar verdiği 2007 yılına kadar olan kronolojisini incelemek gerekir. Bu yazı da yer veremeyeceğim kadar uzun ve karmaşık bir hikayesi olan “Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi Din Eğitimi ve Öğretim Kronolojisi” internette ulaşabileceğiniz bir bilgidir. Kısa bir göz atma sonucu ilgili dönemlerde Türkiye Cumhuriyeti yönetiminde etkin olanların derin izlerini taşıyan kronoloji, ülkemizdeki din eğitimi konusunun nasıl bir yılan hikayesine döndüğünün en açık kanıtıdır.



Sonuç olarak toplumda “ayıp”, “günah”, “yasak” kavramlarının içini doldurmak yetişkinlerin işiydi ve biz de büyükleri büyükleri sorgulamak “ayıp” olduğundan, ne söylenirse onu yapmaya ve ne anlatılırsa ona inanmaya koşullanmış durumdaydık.



Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’in öngördüğü şekilde “eğitimde ailenin dini ve felsefi inancına saygı gösterilir” kuralı kulağa doğru ve demokratik gelse de, benim çocuk olduğum yıllarda ailelerin dini ve felsefi görüşlerinden ziyade, siyasi akımlara çocuk kaptırmamak adına uğraşmak  çok daha ön planda bir konuydu.



Bu nedenle karşımıza çıkarılan yasaklara bizleri korumak adına koşulsuz uymamız öğretilmişti bize. Abilerimiz ablalarımızın başına ne kötü şeyler gelmişti bu yüzden. Bu yasağın dayanağı dini, toplumsal, ailevi vb olması önemli değildi. Bir çoğumuzda otomatikleşen ve günümüzde hala birer reflex gibi yaptığımız davranışlarn temeli o yıllara dayanıyordu bu yüzden.



Anneannem hemen hepsi kıssadan hisseli bir çok hikaye anlatırdı, annemden de tekrarlarını defalarca dinlediğim bu hikayelerin kahramanları çoğunlukla “adamın biri” şeklinde aklımda kalmış ancak, yıllar sonra kendiiğimden Kur’an’I Türkçe okumaya karar verdiğimde hemen bütün hikayelerin Kur’an’dan alıntılar olduğunu hayretle farketmiştim.



1970’li yıllarda ülkemde elektirik kesintilerinin sıklıkla yaşandığı dönemler hayatımın tek basamaklı yaşlarına denk geldiği dönemlerdir. Ortalama üç dört yaşlarımda iken, akşamları elektirikler kesildiğinde ( ya da karartma uygulandığında) bir yandan mum ışığıyla gölge oyunları oynarken, annem nedense bana İhlas Suresini ezberletme sevdasına düşmüştü ve başarmıştı da. Yıllarca henüz üç yaşımda İhlas Suresini nasıl okuduğuma dair anılarını anlattı durdu bana ve çevresine. Belli ki kendiyle ve benimle de gurur duymuştu.



Ortaöğretime geçtiğimde tanıştığım “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersi sözlülerinde geçer not almak için kalan tüm namaz surelerini de sular seller gibi ezberlemiş, yine annemim baskısı ile üç ay yaz tatili boyunca oflaya poflaya Ayetel Kürsi’yi  bakmadan okur duruma gelmiştim.



İyi de zaten ne olduğunu hiç anlamadığım bu karmakarışık söz dizelerini istediğim zaman kağıttan veya kitaptan okuyabilme şansım varken, neden ezberlemem gerekiyordu ki? Aslında cevap basitti, namaz kılarken dudaklarımı oynatarak mırıldanabilmem içindi anneannemin yaptığı gibi. İyi de namaz kılmam mı gerekiyordu? Bunun da cevabı basitti, çünkü İslam’ın şartıydı. E İslam neydi peki? Hz Muhammed ve ona inanların uğruna can koydukları “bir şeydi”. Adına din deniyordu. Tıpkı bu ülkenin toprakaları gibi çok zor elde edilmişti. O zamanlar bu ülkenin yakın tarihinin adının Atatürk olduğu öğretilirken bize de Türk olduğumuzun açıklaması hiç yapılmadığı için Hz Muhammed bir Türk büyüğü müydü diye sormak da hiç aklıma gelmemişti. Atatürk bu ülkenin toprakları için, Hz Muhammed İslam için savaşmıştı. Anladığım tek şey bu ikisine sahip çıkmam gerektiğiydi hepsi bu.



Okulda öğretilenler ile ailelerin soyledikleri sorgulanmazdı, “ayıptı”, “yasaktı”, “günahtı”. İstiklal Marşında ayağa kalkılır, bayramlarda el öpülür, terli terli su içilmez, büyükler konuşurken araya girilmez, namaz kılanın önünden geçilmezdi. Biz de hiç birini yapmadık.



Yapmadık ve hepimiz milliyetçi birer vatansever, dini bütün müslümanlar olduk. Hatta bazılarımız yaz tatillerinde Kur’an kursuna gitti.



Gururla mezun olduk liseden bu şekilde, geçer notları almış, lise diplomasına sahip olmuştuk. Ama ne yazık ki milliyetçi vatanseverlik ve dini bütün müslümanlıkla üniversiteye girilmiyordu. Bu kazanımlarımızı liseyle birlikte sona erdirip üniversite yarışına sürüldük.



Kimimiz ilkinde, kimimiz sonrakilerde öyle ya da böyle kazandık üniversiteyi. Bizden önceki ve sonraki donemlerdeki kadar derin bir şekilde olmasa da bir çoğumuz üniversite de inancımız veya görüşümüzün bizi belirli sınıflara dahil veya hariç ettiğini farkettik. Ama yine bir çoğumuz annelerimiz kızdığı için o güne kadar öğretildiğimiz temelsiz değerlerimizin duvara çarpışını sessizce yaşadık ya da görmezden geldik. Çünkü şimdi sırası değildi, ailelerimiz sadece derslerimizi düşünüp bir an önce mezun olmamızı istiyordu.



Bizler için tamamı yeni olan bir çok düşünce denizinde kaybolup mezun olduk hepimiz. Bu kulaktan dolma veya abi ablalarımızın okuduğu bir kaş kitap okuyup öğrendiklermizle tıpkı daha once milliyetçi vatansever veya dini bütün müslümanlar olduğumuz gibi kahramanlar ve düşünürler olduk. Ya da ezberleyip tekrarlayanlar demek daha doğru belki de, papağanlar gibi.



Bu benim hikayemdi, sizinkiler elbetteki benimkinden çok farklı olabilir. Bundan sonra yazacaklarıma nasıl vardığımı anlamanız açısından kısa bir özgeçmiş olarak kabul edin..



(devam edecek)


 

Haberler